1. Hafıza Sandığınız Kadar Basit Değil
Hafızamıza çoğu zaman bir arşiv gibi bakarız: yaşadıklarımızı düzenli raflara koyduğumuzu, ihtiyaç duyduğumuzda çekip alabileceğimizi, hiçbir şeyin kaybolmadığını varsayarız. Oysa gerçeklik çok daha kaotiktir. Hafıza bir arşivden çok, bir editör gibidir. Seçer, kırpar, abartır, sansürler. Zihin, yaşanmış olanı olduğu gibi değil, işine geldiği gibi hatırlar. Çünkü hatırlamak da tıpkı yazmak gibi; anlam kurmaktan ibarettir ve bu anlam her zaman doğrulara değil, duygulara yaslanır.
O olayların bizde bıraktığı izleri…
İnsan belleği taraflıdır. Bir olayın içeriği, kişinin o sıradaki ruh haliyle harmanlanarak kodlanır. Bu yüzden aynı anı, farklı ruh halleriyle defalarca yeniden yaşanır. Bir şarkı çalar, bir koku gelir, bir sokaktan geçeriz… Ve o anının bambaşka bir yönü açığa çıkar. Aynı olay farklı zamanlarda farklı biçimlerde hatırlanır. Çünkü zihnimiz olayları değil, o olayların bizde bıraktığı izleri saklar.
Üstelik bu editoryal süreç yalnızca duygusal değil, işlevseldir de. Hafıza, yalnızca kaydetmez; aynı zamanda yönetir. Bazı detayları özellikle keser, bazılarını keskinleştirir. İnsan beyni, her ayrıntıyı tutmaya programlı değildir. Tam tersine, gereksiz olanı ayıklamak üzerine kuruludur. Bu ayıklama süreci bazen bizim kontrolümüzde olmaz. Ve biz, hatırlamadığımızı sandığımız şeyleri aslında aktif olarak unuttuğumuzu fark etmeyiz. Olanı değil, işimize geleni taşırız yanımızda.
Bu nedenle “gerçek” olanla “hatırlanan” olan arasında çoğu zaman büyük uçurumlar vardır. Bir dostla tartışmayı hatırlarken onun yüzündeki ifadeye odaklanırız ama kendi ses tonumuzu unuturuz. Bir ayrılığı hatırlarken ne kadar kırıldığımızı anlatırız ama o kararı nasıl aldığımızı atlarız. Çünkü hafıza bize değil, bizi korumaya çalışan zihnimize hizmet eder. Bu da demektir ki bellek sadece bir kayıt cihazı değil; aynı zamanda bir savunma mekanizmasıdır.
Modern insan için hafıza, giderek daha kırılgan, daha seçici ve daha hileli bir yapı hâline gelmiştir. Bilgi bombardımanı, dijital kayıtların bolluğu ve sürekli tetiklenen dikkat sistemi yüzünden artık yaşadığımız anı bile tam olarak kaydedemez olduk. Ve bu yüzeysel kayıtlar, zihnin derinlerinde işlenmeden bırakıldığında, hafıza sadece bir bulanıklık alanına dönüşür. Gerçek değil, kolaj hâline gelir.
2. Unutmak: Beynin Hayatta Kalma Stratejisi
Unutmak, çoğu zaman bir eksiklik gibi görülür. Bir şeyi hatırlayamamak, zayıflık ya da beceriksizlikle ilişkilendirilir. Oysa biyolojik düzlemde unutmak, en az hatırlamak kadar hayati bir süreçtir. Beyin, her yaşananı, her duyumu, her görüntüyü birebir kayıt altına alsaydı, bir süre sonra kendi ağırlığı altında çökerdi. Bu nedenle unutmak, zihnin kendini koruma refleksidir. Bir silme değil, bir filtreleme biçimidir.
Unutmak burada pasif değil, aktif bir hayatta kalma aracıdır.
İnsan zihni, yalnızca bilgiyle değil, duyguyla da dolar ve bazı duygular fazlasıyla yoğun, fazlasıyla yıkıcıdır. Travmalar, kırılmalar, utançlar, kayıplar… Beyin, bu yoğunlukla başa çıkamadığında “unutma” adı altında bir savunma kalkanı geliştirir. Bazı şeyler gömülür, bastırılır, yer değiştirir. Bir olayın detaylarını değil, yalnızca hissini hatırlarız. Ya da tam tersi: olay net biçimde zihnimizdedir ama duygusu silinmiştir. Unutmak burada pasif değil, aktif bir hayatta kalma aracıdır.
Hafıza, bir çöplük değildir. Ne bulursa içine atan bir kutu değil; daha çok, bir kapı görevi görür. İçeri kimin, neyin, ne kadar gireceğine karar verir. Zihin, sürekli seçim halindedir. Ve unutmak, bu seçimin vazgeçilmez parçasıdır. Hangi bilgiyi tutacağına karar verirken, bir diğerini dışarıda bırakmak zorundadır. Bu dışlama, bazen bir travmanın etkisini azaltmak içindir; bazen de sadece gündelik yaşamın sürdürülebilirliğini sağlamak içindir. Her şeyi hatırlamak, insanı çökertir.
Üstelik unutmak yalnızca geçmişle ilgili değil; bugünü kurmakla da ilgilidir. Eski acılar, başarısızlıklar ya da utançlar sürekli olarak hatırlandığında, kişi kendini yeni bir deneyime açamaz. Hafızadaki fazlalıklar, şimdiyi boğar. O yüzden beyin, ilerlemek için unutmak zorundadır. Bu unutma bir “silme” değildir; daha çok “arkaya atma”dır. Belleğin görünmeyen raflarına kaldırılan bilgiler, bir gün geri dönme potansiyeline sahip olsa da o anda aktif yaşamdan çekilir. Unutmak, ilerlemenin bedelidir.
Modern çağda bu strateji daha da belirginleşmiştir. Sürekli uyaranlarla karşı karşıya kalan zihin, bir tür savunma biçimi olarak unutmayı hızlandırır. Ne yediğimizi ne giydiğimizi, bir gün önceki konuşmaları, hatta bazen duyduğumuz bir haberi bile hatırlamayız. Çünkü her şey fazla ve fazla olanı filtrelemenin en basit yolu: unutmak.
3. Seçici Hafıza: Hatırlamak İstediğimiz Şeyler, Unutmak Zorunda Olduklarımız
İnsan hafızası adil değildir. Ne kronolojik çalışır ne de tarafsız. Zihnimiz, gerçeği bir film şeridi gibi sırayla değil; parça parça, duyguya göre, ihtiyaca göre hatırlar. Bu yüzden geçmişimiz aslında yaşadığımızdan çok, hatırlamayı seçtiğimiz şeylerin toplamıdır. Bazı anılar, sanki dün olmuş gibi canlıdır; bazıları ise silik, buğulu, neredeyse kurgu gibidir. Bunun nedeni belleğin rastgele değil, işlevsel çalışmasıdır. Zihnimiz, her şeyi hatırlamaya değil, bizi ayakta tutacak olanı seçmeye programlıdır.
Herkes kendi hikâyesini kendi zihninde kurgular.
Hatırlamak bir tercihtir ama bu tercih her zaman bilinçli değildir. Bir başarımızı defalarca anımsarken, bir utancı silmeye çalışırız. Bir kaybın detaylarını bastırırken, bir sevincin sesini içimizde yankılandırırız. Çünkü bazı hatıralar bizim için güç kaynağıdır; bazılarıysa sadece yük. Hafıza bu yükü hafifletmek için kimi zaman kendini kandırır, yeniden yazar, eksiltir, ekler. Bu yüzden aynı olayı farklı insanlardan dinlediğimizde farklı anlatımlar duyarız. Herkes kendi hikâyesini kendi zihninde kurgular.
Bazen ise hatırlamak isteriz ama yapamayız. Çünkü unutmamız gerekmiştir. Acının fazla geldiği anlarda, zihnimiz savunma pozisyonuna geçer. Travmatik deneyimlerde, bastırma adı verilen mekanizma devreye girer. Bu, bilinçli bir unutma değildir; daha çok bir yok sayma refleksidir. Zihin o anıya yaklaşmaz, çünkü yaklaşırsa dağılacağını bilir. Bu da seçiciliğin bir başka boyutudur: Unutmak değil, görmezden gelmektir aslında.
Modern insan için bu seçicilik giderek daha çok önem kazanır. Sosyal medyada paylaşılan anılar, fotoğraflar, anketler, geçmiş bildirimleri… Hepsi neyi hatırlamamız, neyi unutmamız gerektiğine dair bir yönlendirme içerir. Bir bakıma algoritmalar bile bizim için hafıza editörü gibi çalışır. Hangi fotoğrafı hatırlatıyor, hangi mesajı gündeme getiriyor?
Dijital hafıza, artık bizim doğal hafızamıza yön vermeye başladı ve bu durum, seçiciliği dış kaynaklı bir manipülasyon hâline getiriyor. Artık sadece neyi hatırlamak istediğimizi değil, bize neyin hatırlatıldığını da sorgulamak zorundayız.
Sonuçta hafıza, asla salt bir kayıt defteri değildir. Ne yaşandıysa değil, yaşadıklarımızdan geriye neyi taşıyorsak oyuz. Ve bu taşıma işlemi, bir tercih değilse bile, bir tepkidir. Hayata, duygulara, acıya, neşeye… Seçici hafıza, hayatta kalmanın en insani yöntemlerinden biridir.
4. Anıların Sessiz Direnişi: Bastırılanın Geri Dönüşü
Zihin bazı şeyleri hatırlamak istemez. Bazı anılar öylesine keskindir ki onları çağırmak, yeniden yaşamak gibidir. Bu yüzden zihin, bu anıları bastırır. Bilinçaltının tozlu odalarına saklar, gündelik hayattan uzak tutar. Ancak bastırmak, yok etmek değildir. Sadece öteler, susturur, ertelemeye çalışır ve bastırılan her şey, bir şekilde geri dönmenin yolunu bulur. Bazen bir rüyada, bazen bir ses tonunda, bazen bir kelimede…
Psikolojide bu durumun adı “geri dönüş baskısı”dır. Yani zihnin bilinçaltına ittiği unsurlar, bir şekilde kendilerini yeniden gösterirler. Bastırılan duygular, davranış biçimi olarak ortaya çıkabilir; geçmişte yaşanan bir utanç, bugünkü bir kaçınmanın sebebi olabilir. İnsan nedenini bilmediği bir huzursuzluk yaşarken aslında unuttuğunu sandığı bir anının gölgesinde yaşıyor olabilir. Bu, anıların sessiz ama ısrarlı bir direnişidir.
Bastırılan duygular, kendilerine beden bulur.
Modern yaşam, bastırmayı teşvik eder. Çünkü duygular zaman kaybı, acılar zayıflık, geçmiş ise “geçmişte kalması gereken” bir yük olarak görülür. İnsan, “devam etmesi”, “güçlü kalması”, “unutması” gerektiği telkinleriyle büyür. Bu yüzden birçok insan, yaşadıklarının ruhunda açtığı yaraları görmeden ilerlemeye çalışır. Ama yara tedavi edilmeden kapanmaz; sadece görünmez olur ve görünmez olan her şey, bir gün en olmadık anda görünür hâle gelir. Bastırılan duygular, kendilerine beden bulur.
Bazen bu geri dönüş, fiziksel olur: uyku bozuklukları, yorgunluk, nefes darlığı, mide spazmları… Bazen ise ilişkilere yansır: ani öfke patlamaları, sebepsiz geri çekilmeler, aşırı bağlanma ya da tamamen kaçınma. Çünkü zihin, unuttuğunu sandığı şeyleri aslında başka yollardan konuşur. Hafıza susmaz, sadece dil değiştirir ve bu dil, çoğu zaman bedenin ve davranışların dilidir.
Anılar silinmez. Sadece şekil değiştirirler. Bazen bir rüyada gizlenirler, bazen bir yazıda kendini belli ederler, bazen bir film sahnesinde gözlerini doldururlar. O an nereden geldiğini bilmediğin bir his, çoğu zaman bastırılmış bir hatıranın yankısıdır. İnsan unutmaz; sadece hatırlamamak için elinden geleni yapar.
Ama her bastırma, bir birikimdir. Her birikim, bir gün bir sızıntıyla ya da bir patlamayla yüzeye çıkar. Bu yüzden, anılar direnir. Kimi zaman sessizce, kimi zaman bağıra çağıra. Çünkü geçmiş ne kadar gömülürse gömülsün, yaşanmışlık silinemez. Sadece ötelenir ve ötelenen her şey, zamanı geldiğinde kendini hatırlatır.
5. Modern Zihin ve Bilgi Tsunamisi: Unutmanın Yeni Yüzü
Geçmişte unutmak, genellikle yaşanmışlıkla ilgili bir sorundu; bugünün dünyasında ise bilgiyle ilgili bir çöküştür. İnsan zihni artık sadece anıları değil, bilgiyi de unutur hâlde. Her gün yüzlerce haber, görsel, ses, bildirim ve veriyle karşı karşıya kalan modern birey, artık hatırlamakla unutmamak arasında değil, hatırlayacak bir şey bulmakla mücadele ediyor. Çünkü hiçbir bilgi, zihinde yeterince uzun kalamıyor. Her şey geçici, anlık, yüzeysel.
Dijital çağın sunduğu sınırsız bilgi erişimi, aslında belleği zayıflatıyor. Çünkü bilgiye “sahip olmak” değil, ona “ulaşabilmek” yeterli hâle geldi. Artık bir bilgiyi öğrenmek değil, nerede bulacağımızı bilmek önemli. Bu da hafızayı başka bir şeye dönüştürüyor: taşıyıcı değil, geçici bir kanal. Bir şey okunduğu anda siliniyor. Çünkü başka bir şey sırada bekliyor. Bu zincir, zihni sürekli yüzeyde tutuyor ve derinlemesine düşünme becerisini törpülüyor.
Modern insan, bilgiyi tüketiyor ama sindiremiyor. Bilgi bir tatmin değil, bir alışkanlık nesnesi oldu. Bildikçe daha fazlasını arıyoruz ama hatırladıklarımız azalıyor. Çünkü zihnin kayıt kapasitesi, bu kadar hızlı akan veriye karşı savunmaya geçiyor. Unutmak burada artık refleks değil; zorunluluk. Beyin, gereksiz olanı dışarıda bırakmak için sürekli bir temizlik hâlinde. Bu temizlik bazen değerli olanı da silip süpürüyor ve biz, anımsayamamanın huzursuzluğunda kayboluyoruz.
Gürültü arttıkça, hafıza susuyor.
Aynı zamanda dikkat süremiz de bu tsunamiyle birlikte kısaldı. Bir cümle, bir görsel, bir ses… Hepsi saniyeler içinde tüketilip geçiliyor. Bu hız, hafızayı yapılandıramıyor. Artık ne okuduğumuzu değil, hangi sayfada kaç saniye kaldığımızı biliyoruz. Zihin, o bilgiyi anlamadan çoktan yeni bir içerikle dolmuş oluyor. Tıpkı bir odada sürekli biri konuşuyormuş gibi. Kulağımız dolu ama hiçbir cümle zihnimize yerleşmiyor. Gürültü arttıkça, hafıza susuyor.
Ve bu suskunluk, sadece bireysel bir sorun değil. Toplumsal hafıza da bu nedenle silikleşiyor. Geçmiş olaylar, toplumsal kırılmalar, kolektif acılar bir sonraki gündeme kurban ediliyor. Çünkü her yeni içerik, bir öncekini gömüyor. Unutmanın bu yeni yüzü, sadece bireyi değil, tüm toplumu yüzeyde tutuyor. Derinlik kaybı, sadece kişisel bir mesele değil; kültürel bir erozyondur artık.
6. Duyguların Gölgesinde Kalan Gerçeklikler
Hafıza, yalnızca olayları değil; o olaylara eşlik eden duyguları da saklar. Ancak çoğu zaman, anının içeriği değil, onun yarattığı duygusal etki kalır geride. Bu da zihnimizin gerçeklikten çok duyguyla hareket ettiğini gösterir. Bir anıyı hatırlarken, o an gerçekten ne olduğu değil; nasıl hissettiğimiz baskın gelir. Bu da demektir ki hafıza, duyguların gölgesinde yeniden yazılır.
Bir kavganın detaylarını unuturuz ama içimizde kalan öfkeyi yıllarca taşırız. Bir yüzü, bir sesi, bir ortamı hatırlamayız ama yaşattığı mahcubiyet, odaya girdiğimiz anda içimize sızar. Bu, hafızanın duygusal işleyişinin kanıtıdır. Çünkü zihin için gerçeklik; ancak hissedildiği ölçüde anlamlıdır. Ve duygular güçlü olduğunda, yaşananların çerçevesi de bükülür. Gerçek olanla hatırlanan arasındaki fark, işte bu duygusal filtreyle şekillenir.
Duygular hafızayı da şekillendirir, biçimlendirir. Aşırı sevgi, birini olduğundan daha iyi hatırlamamıza neden olabilir; yoğun bir kırgınlık ise aynı kişiyi sadece yaptığı hatalarla anımsamamıza yol açar. Olay değişmez, ama bakışımız değişir. Zihnimiz yeniden kurar, yeniden anlamlandırır. Ve her yeniden kurma, bir çeşit kurmaca yaratır. Gerçekliğin yerini, duyguların dikte ettiği bir versiyon alır.
Bu durum ilişkilerde daha da belirgindir. Kimi insanlar geçmişini romantize eder, hatıraları parlatır, eksikleri görmezden gelir. Kimileri ise geçmişiyle kavgalıdır, iyi olanı bile görmez, sadece acıyı hatırlar. Çünkü hafıza, aynı zamanda bir duygu arşividir. Ne kadar bastırırsak, o kadar yüklenir. Ne kadar idealize edersek, o kadar gerçeklikten uzaklaşırız.
Zihin, duygusal olarak işine geleni alır; gerisini siler, değiştirir ya da unutur.
Modern çağda duyguların gölgesinde kalan gerçeklik, bilgi çağının da bir açmazıdır. Sosyal medyada paylaşılan sahte mutluluklar, hafızaya olumlu hatıralar olarak kodlanır. Oysa çoğu zaman bu anların ardında yalnızlık, kaygı, yetersizlik hissi vardır. Ama zihin, görseli, müziği, atmosferi alır ve ona yeni bir anlam verir. Bu da bize şunu gösterir: Zihin, duygusal olarak işine geleni alır; gerisini siler, değiştirir ya da unutur.
Bu yüzden hafıza her zaman güvenilir değildir. Gerçekliği çarpıtır, eksiltir, bazen fazlasını katar. Ama bu bir kusur değil, bir savunmadır. İnsan, tüm gerçekliğiyle geçmişi taşıyamaz. Onu daha katlanılır hâle getirmek için, duygularla yeniden yoğurur. Bu yeniden yoğurma ise bize, aslında kim olduğumuzu değil, neye ihtiyaç duyduğumuzu gösterir.
7. Travma, Bellek ve Sessiz Çürümeler
Travma, hafızanın en sarsıcı misafiri, aynı zamanda en sessiz sabotajcısıdır. Yaşanmış ve geçmemiş her olay, zihnin derinlerinde bir çatlak bırakır. Bu çatlak, bazen görünmezdir; bazen ise yaşamın tüm yüzeyinde iz bırakır. Bir kelimede, bir bakışta, bir anlık sessizlikte… Zihin, travmanın etkisiyle bir alanı bloke eder ya da tam tersine, o alanı sürekli yeniden oynatır. Travma, bellekte ya bir boşluk açar ya da yankı yaratan bir çukur.
Travmatik anılar, çoğu zaman kelimelere dökülemez. Çünkü yaşanırken dondurulmuşlardır. Zihin, o anı işlememiştir; sadece kaydetmiş ama çözümlememiştir. İşte bu çözülmemişlik, zamanla çürümeye başlar. Her bastırma, bir gecikmiş hesaplaşmadır. Ve her gecikme, kişiyi içten içe aşındırır. Travma, sadece geçmişe ait bir iz değil, bugünü şekillendiren görünmez bir kuvvettir. İnsan davranışlarının çoğu, travmaların yankısından beslenir.
Zihin o anıyı saklamıştır; beden ise hâlâ o anın içindedir.
Travmalar, bazen hatırlanmaz ama hissedilir. Örneğin bir insan belirli durumlarda anlamsız bir kaygı yaşar ama nedenini açıklayamaz. Ya da bir mekân, bir yüz, bir ses – görünürde sıradan olan herhangi bir şey – kişiyi derin bir huzursuzluğa sokabilir. Bu anlar, bastırılmış bir travmanın hayaleti gibidir. Sessiz ama etkili. Zihin o anıyı saklamıştır; beden ise hâlâ o anın içindedir.
Modern çağda bu çürüme daha da sessizleşti. Çünkü “iyi olma” baskısı her şeyin önüne geçti. Kişisel gelişim, pozitif enerji, mutluluk takıntısı… Tüm bunlar, acının görünmesini engelledi. İnsanlar içlerindeki kırığı gösteremez oldu. Oysa gösterilmeyen her yara, kabuk bağlamaz; içten içe iltihaplanır. Travma, tanınmadığında yok olmaz; sadece daha derine iner.
Toplumlar da tıpkı bireyler gibi travmalar taşır. Savaşlar, göçler, adaletsizlikler… Bunlar kolektif bellekte bastırılır ama kaybolmaz. Kuşaktan kuşağa aktarılır, sessizliğin içinden geçerek şekil değiştirir. Bazen bir hikâyede, bazen bir türküde, bazen bir suskunlukta yaşar. Ve toplumlar da tıpkı insanlar gibi, bu bastırılmışlıkla davranır. Belleğin çürüdüğü yerde, anlam kaybolur.
Travmalar iyileşmezse, hafıza da iyileşemez. Çünkü anılar, çözülmemiş duyguların içinde donmuş hâlde kalır. Ve bu donukluk, kişinin zamanla olan ilişkisini bozar. Bugün yaşadığı her şey, geçmişin yankısı hâline gelir. Ya ileri gidemez ya geçmişte asılı kalır. O yüzden travmalarla yüzleşmek, sadece geçmişi anlamak değil; şimdiyle yeniden bağ kurmaktır.
8. Dijital Hafıza: Her Şey Kaydediliyor, Ama Hiçbir Şey Hatırlanmıyor
Bilgisayarlar, telefonlar, bulut sistemleri… Artık her anımız kaydediliyor. Fotoğraflar, videolar, notlar, ses kayıtları, yazışmalar… Her şey arşivleniyor; fakat bu arşiv, insan zihninin hafızası olmuyor. Tam tersine, dijital kayıt arttıkça gerçek hatırlama becerimiz azalıyor. Çünkü kayıtla hatırlamak arasında büyük bir fark var. Hatırlamak, zihinsel bir eylemdir; kayıt ise sadece bir kopyadır. Kopyaların çokluğu ise belleği değil, dikkat dağınıklığını besliyor.
Gerçekten yaşayamıyoruz.
Eskiden bir mektup yıllarca saklanır, kokusu, kâğıdı, yazısı bir duyguyla hatırlanırdı. Şimdi bir mesaj ekranında onlarcası, yüzlercesi arasında kaybolur. Aynı şekilde bir fotoğraf, artık anı değil; sadece görüntüdür. Duygusuz, dokunulmaz, hızla geçilen… Dijital hafıza bu anlamda bizi andan koparıyor. Çünkü yaşadığımızı kaydetmekle meşgulken, gerçekten yaşayamıyoruz. Her şey belgeleniyor ama derinliksiz. Her şey arşivleniyor ama bağsız.
Bir olay olduğunda artık ilk refleksimiz hatırlamak değil, “Google’lamak”. Zihinsel bir bağlantı kurmadan, her şeyi dış kaynaklara yüklüyoruz. Kendi belleğimiz devre dışı kalıyor. Bu da kişisel hafızamızı giderek zayıflatıyor. Çünkü tekrar etmeyen, ilişkilendirmeyen, anlamlandırmayan zihin, bilgiyi tutamıyor. Modern insanın hafızası bu nedenle sığlaşıyor: bilgiye sahip ama ona ait değil.
Bir başka sorun da zaman algısının çarpıtılması. Eskiden yıllar geçtikçe hatıralar netleşir, belli olaylar hafızada kristalleşirdi. Şimdi ise telefon galerisinde bir yıl önceki fotoğrafla beş yıl önceki yan yana duruyor. Zaman sıkışıyor, olaylar eşitleniyor, geçmişin ağırlığı kalmıyor. Çünkü dijital kronoloji, duygusal yoğunluğu silebiliyor. Zaman değil; dosya adı, tarih etiketi belirliyor sıralamayı. Böylece, yaşanmışlığın değil, sistemin sıralaması hâkim oluyor.
En kötüsü ise bu devasa dijital hafızanın içinde hiçbir şeyin gerçekten hatırlanmaması. Her şey var ama hiçbir şey yok gibi. Çünkü kayıt, anlamı garanti etmez. O fotoğrafı çektiğin anı hatırlamıyorsan, sadece bir piksel yığınından ibarettir. O ses kaydını dinlemiyorsan, sadece bir dijital tortudur. Bu da bizi, hatırlamayan ama kayıtlayan bir tür hâline getiriyor.
Ve bu yeni hafıza biçimi, insanı insan yapan şeyle – yani anlatı ile – çelişiyor. Çünkü biz hatırladıkça anlatır, anlattıkça kendimizi inşa ederdik. Şimdi ise algoritmalar anlatıyor; biz sadece izliyoruz. Zihin kayıt yapmıyor, sadece aktarıyor. O yüzden de hafızamız dolu ama boş. Bilgiyle yüklü ama hafızayla kopuk.