Sanatın Işığı, Gölgesi ve Kurumların Anatomisi
Sanat, insanın dünyayı anlamlandırma çabasının en özgür ve derin biçimlerinden biridir. Kültür ise bu çabanın kolektif hafızasıdır. Bu iki kavram birleştiğinde “sanat-kültür ortamı” dediğimiz geniş bir evren doğar: müzeler, galeriler, kültür merkezleri, festivaller, inisiyatifler, dernekler, fonlar ve kolektifler… Bu ortam, bir ülkenin estetik, düşünsel ve toplumsal düzeyini yansıtan bir ayna gibidir. Türkiye’de bu alan, son yüzyılda hem devlet destekli modernleşme girişimlerinin hem de özel sektörün artan ilgisinin ürünü olarak şekillenmiştir.
Kurumsal yapılanma Osmanlı’nın son dönemlerinde Müze-i Hümayun ile başlamış, Cumhuriyet döneminde devlet müzeleri ve akademilerin kuruluşuyla sistemleşmiştir. Ancak asıl dönüşüm 1980’lerden sonra, neoliberal ekonomiyle birlikte özel sanat kurumlarının ortaya çıkışıyla gerçekleşmiştir. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), Arter, İstanbul Modern, Sabancı Müzesi gibi “büyük balıklar”, kültür alanını profesyonelleştirirken aynı zamanda tekelleştiren yapılara dönüşmüştür. Bu yapıların çevresinde ise BASE, Mixer, bağımsız sanat inisiyatifleri, atölyeler, kolektifler ve dijital platformlar gibi “küçük balıklar” varlık mücadelesi vermektedir.
Bu ekosistem görünürde aynı okyanusta yüzer. Ancak derinlere inildikçe farklar belirginleşir: Büyük balıklar sponsorlarla beslenir, görünürlük ve kaynak açısından güçlüdür; küçük balıklar ise dayanışma, gönüllülük ve üretim tutkusuyla ayakta kalır. Büyük kurumlar prestijli sergilerle sanatın vitrini olurken, küçük inisiyatifler sahadaki görünmez emeğin ve alternatif üretimlerin taşıyıcısıdır.
Türkiye’deki sanat-kültür kurumları çoğu zaman “yaratıcılığın mabedi” gibi sunulur. Oysa bu mabedin içinde çalışan yüzlerce emekçi, küratör, stajyer, asistan, teknik personel ve sanatçı, görünmeyen bir işgücünün parçasıdır. Onların emeğiyle parlayan bu sistemde, emeğin değeri genellikle göz ardı edilir. “Sanatın özgürlüğü” söylemi altında, modern köleliğin yeni biçimleri gizlenir. İşte bu yazı, o gölgeli alanı görünür kılmayı amaçlıyor.
Görünmeyen Emek
Sanat-kültür sektörü dışarıdan büyüleyici bir dünya gibi görünür: açılışlar, sergiler, kokteyller, konuşmalar, yaratıcı ofisler ve modern mimarili müzeler… Ancak perde arkasında düşük ücretlerle, uzun mesailerle ve psikolojik baskılarla çalışan bir emek ordusu vardır. Bu görünmeyen dünya, “sanat köleliği”nin en net biçimde hissedildiği alandır.
Türkiye’de birçok sanat kurumu, “gönüllülük” kavramını sistematik bir ücretsiz emek politikasına dönüştürmüştür. Müzelerde, festivallerde ve bienallerde çalışan gençler “deneyim kazanmak” bahanesiyle aylarca ücretsiz çalışır. Bu durum, emek sömürüsünün en yumuşak ve en meşrulaştırılmış halidir.
Bir stajyerin sözleri durumu özetler niteliktedir:
“Sergi açılışında 16 saat ayakta kaldım. Teşekkür bile edilmedi. Ama özgeçmişime yazabileceğim bir satır kazandım.”
Bu tür deneyimler, yaratıcı emeğin romantize edildiği ama maddi karşılığının sistematik biçimde reddedildiği bir sektörü işaret eder. “Sanatı seviyorsan para konuşulmaz” söylemi, birçok genç çalışanın zihnine doğrudan yerleştirilmiş bir inanca dönüşür.
Mobbing, Hiyerarşi ve Görünmez Sınırlar
Sanat kurumlarının iç işleyişinde çoğu zaman demokratik veya yaratıcı bir kültürden çok, hiyerarşik ve otoriter bir yapı hâkimdir. Üst düzey yöneticiler, küratörler veya proje liderleri, çalışanlara karşı mobbing ve psikolojik baskı uygulayabilir. “Sen bu işi seviyorsun, biraz fedakârlık yap” cümlesi, sömürünün en zararsız görünen biçimidir.
Kimi kurumlarda çalışanlar sabah 9’dan akşam 10’a kadar sergi kurulumunda çalışır. Sosyal haklar, mesai ücretleri, sigorta ya da psikolojik destek gibi temel gereklilikler çoğu zaman yoktur. Bu durum, sanatın üretim sürecinde bile kapitalist işleyişin tahakkümünü açıkça gösterir.
Sanat-kültür kurumları kendilerini modernliğin, ilericiliğin ve özgürlüğün taşıyıcısı olarak sunar, ama içerideki çalışma rejimi çoğu zaman sanayi devrimi dönemini aratmaz. Emek görünmezdir; çünkü sanatın büyüsü, emeğin izlerini örtmek üzere kurgulanmıştır.
Küçük Balıkların Dayanışması
Buna karşın bağımsız kolektifler ve sanatçı inisiyatifleri, bu sömürü döngüsüne karşı yeni bir dayanışma modeli geliştirmeye çalışır. Bu yapılar çoğunlukla ticari kazanç amacı gütmez; üretim, paylaşım ve erişim odaklıdır.
Ancak bu “küçük balıklar”ın da yaşadığı başka gerçekler vardır: fon yetersizliği, sürdürülebilirlik sorunu, görünürlük eksikliği ve kurumsal desteğin olmayışı. Özgürdürler ama kırılgandırlar.
Büyük kurumlar markalarla işbirliği yaparken, küçük kolektifler bağımsızlığın bedelini ekonomik istikrarsızlıkla öder. Bu durum, “sanat emekçisi”nin yaşamını sürekli bir belirsizlik içinde sürdürmesine neden olur. Sigortasızlık, kısa vadeli sözleşmeler, freelance çalışma ve taşeron sistemleri sanat sektöründe “normal” kabul edilir hale gelmiştir.
Sessiz Kabul
Kültür endüstrisi sanatı metalaştırdıkça, sanat çalışanının emeği de ticarileşir. Sanatın özgürleştirici yanı, “yaratıcılığın ticarileştirilmiş versiyonu”na dönüşür. Bir yanda yüksek ücretli sanat direktörleri, diğer yanda geçim sıkıntısı çeken sergi teknisyenleri, iletişim asistanları ve stajyerler… Aynı ekosistemde yaşarlar ama farklı dünyalara aittirler.
Sanat çalışanlarının çoğu bu eşitsizliği görür ama konuşamaz. Çünkü sektörde “kapılar kapalıdır”. Bir kurumda kötü deneyim yaşayan birinin adı “zor insan”a çıkar ve başka kurumlara kabul edilmez. Bu sessizlik kültürü, sanat köleliğini sürdürür.
“Sanat köleliği” kavramı, sadece ekonomik sömürüyü değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir tahakkümü de anlatır. Yaratıcılık, özgürlük ve hayal gücü vaat eden bir sektörde, emekçiler baskı, belirsizlik ve değersizlik hissiyle yaşar. Bu çelişki, sanatın toplumsal gücünü zayıflatır. Çünkü özgürlük, yalnızca eserde değil; o eseri üretenlerin yaşam koşullarında da anlam kazanır.
Köleliğe Karşı Direniş Biçimleri
Sanat köleliğini durdurmanın yolu, önce onu görünür kılmaktan geçer. Bu görünürlük üç temel alanda güçlenmelidir:
- Emek Bilinci: Sanat alanında çalışan herkesin —sanatçı, küratör, asistan, teknik ekip, stajyer— emekçi kimliğiyle haklarının farkında olması gerekir. Sendikal örgütlenmeler, meslek birlikleri ve dayanışma ağları bu bilincin kurumsal karşılığıdır. Avrupa’da kültür çalışanları sendikaları, sözleşme şeffaflığı yasalarıyla korunurken; Türkiye’de hâlâ çoğu sanat emekçisi bireysel mücadeleye mahkûmdur.
- Kurumsal Şeffaflık ve Etik Kodlar: Sanat kurumları, çalışan ücretlerini, iş tanımlarını ve proje bütçelerini açık ve denetlenebilir hale getirmelidir. “Sanat sevgisi” üzerinden ücretsiz çalıştırmak yerine, emeğe saygı politikası geliştirilmelidir.
- Alternatif Yapıların Desteklenmesi: Devlet ve özel fonlar, yalnızca büyük kurumlara değil; küçük inisiyatiflere, bağımsız üretim alanlarına ve alternatif mekânlara da destek vermelidir. Sanatın demokratikleşmesi, çok sesliliğin ve adil paylaşımın artmasıyla mümkündür.
Bir Umut Notu
Sanat köleliği, sadece bir çalışma biçimi sorunu değil; bir etik krizdir. Fakat her kriz, aynı zamanda bir yeniden doğuşun eşiğidir.
Yeni kuşak sanat emekçileri, artık sadece üretimle değil, koşullarıyla da ilgileniyor. Sosyal medya kampanyaları, açık mektuplar ve dayanışma sergileri bu direnişin modern araçları.
Belki de asıl “sanat devrimi”, müzelerin duvarlarında değil, çalışanların sesinde başlayacak. Çünkü sanat, yalnızca tabloya, heykele, performansa değil; adil bir yaşamın hayaline de dairdir.
Bir gün, sanat kurumlarının kapısından içeri giren herkesin —stajyerden yöneticisine— eşit ve özgür hissettiği bir dünya kurulduğunda, işte o zaman sanat gerçekten özgürleşecek.
Ve o gün geldiğinde, belki de “sanat köleliği” yalnızca tarih kitaplarında kalacak.