Toplumlarda kadınların özgürlük arayışı, geçmişten günümüze kadar süregelen derin bir tema olmuştur. Kadınlar, tarih boyunca yalnızca toplumsal rollerine değil, aynı zamanda kendi iç dünyalarına da yönelmiş; “Ben kimim?”, “Ne istiyorum?”, “Ataerkil bir düzene uymak zorunda mıyım?” gibi sorularla kimliklerini sorgulamışlardır. Bu sorgulama, her toplumun zihniyetinde farklı biçimlerde karşılık bulmuş olsa da özünde kadının kendini gerçekleştirme ve toplumsal alanda var olma isteği ortak bir payda oluşturur.
Kadınlar, tarih boyunca çeşitli alanlarda yer almak, seslerini duyurmak ve adlarını görünür kılmak için pek çok mücadele vermiştir. Bu mücadele, özellikle geçmiş dönemlerde büyük zorluklar barındırmaktaydı. Edebiyat ise bu mücadelenin en güçlü yansımalarından biri olmuştur. Edebî eserler, toplumun her kesiminden insanların gencin, yaşlının, işçinin, çiftçinin, burjuvanın yaşantılarına ayna tutmuş, aynı zamanda kadınların duygu dünyasına ve özgürleşme çabasına ses olmuştur.
Fransız ve Türk edebiyatları, farklı tarihsel koşullara sahip olsalar da, kadın kimliğinin özgürleşme süreci bakımından ortak bir zeminde buluşur. Her iki edebiyatta da kadın, toplumsal kalıpları sorgulayan ve kendi sesini bulmaya çalışan bir özneye dönüşür. Bu nedenle, kadın kimliği her iki gelenekte de yalnızca bir anlatı unsuru değil, bir dönüşümün simgesi hâline gelmiştir.
Fransız edebiyatında kadın kimliği, tarih boyunca anlam arayışının merkezinde yer almıştır. Kadının özgürlük, aşk ve toplumsal baskı temaları etrafında şekillenen bu kimlik arayışı, dönemin zihniyetini derinlemesine yansıtır. 17. yüzyılda Madame de Lafayette’in ”La Princesse de Clèves” adlı eseri, kadının duygusal istekleriyle toplumsal kurallar arasında sıkıştığı bir dünyayı gözler önüne serer. Eserin kadın karakteri, bireysel ve ruhsal arzularını bastırmak zorunda kalsa da, kendi ahlaki değerleriyle hareket eden bilinçli bir kişilik olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle eser Fransız romanında kadın iç dünyasının ve ahlaki çatışmaların işlendiği ilk örneklerden biri olarak kabul edilir.
19. yüzyıla gelindiğinde Fransız edebiyatında kadın kimliği artık daha görünür bir biçimde özgürlük ve kimlik bilinci etrafında şekillenmeye başlar. Bu dönemin en dikkat çekici isimlerinden biri, George Sand’dir. Asıl adı ”Amandine Aurore Lucile Dupin” olan yazar, erkek ismini takma ad olarak kullanarak dönemin ataerkil edebiyat çevresinde var olmayı başarmıştır. Onun bu tercihi yalnızca bir kimlik gizleme yöntemi değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet kalıplarına karşı bir meydan okumadır.
Eserlerinde kadınların duygusal olduğu kadar düşünsel yönlerini de ön plana çıkaran Sand, kadın karakterlerine kendi hayatlarını seçme cesareti kazandırır. ”Indiana” ve ”Valentine” gibi romanlarda, kadınların evlilik kurumuna ve toplumsal beklentilere rağmen özgürce yaşama hakkını savunur. Böylece George Sand, Fransız edebiyatında kadının sadece bir anlatı unsuru olmaktan çıkıp özgür düşüncenin sesi hâline gelmesinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısında, Gustave Flaubert, Madame Bovary adlı romanıyla Fransız edebiyatında kadının özgürlük arayışını en çarpıcı biçimde ele alan yazarlardan biri olmuştur. Romanın başkahramanı Emma Bovary, yaşadığı taşra hayatının tekdüzeliği içinde kendi benliğini bulmaya, duygusal ve entelektüel bir tatmin aramaya çalışır. Ancak bu arayış, dönemin ahlak anlayışı ve toplumsal sınırlarıyla sürekli çatışır. Emma’nın özgür olma isteği, toplumun dayattığı rollerle bastırılır ve sonunda bir trajediye dönüşür.
Flaubert, Emma’nın hikâyesi aracılığıyla, kadının bireysel arzularının değil, düşünsel özgürlük arzusunun da bastırıldığını ortaya koyar. Bu yönüyle Madame Bovary, yalnızca bir aşk ya da ihanet hikâyesi değil, kadının kendi hayatı üzerinde söz sahibi olma hakkını sorgulayan güçlü bir metindir. Flaubert, Emma karakteriyle, kadının içsel özgürlük isteğini toplumsal baskı karşısında görünür kılarak Fransız realizminin en etkileyici örneklerinden birini yaratmıştır.
Fransız edebiyatında kadın, bireysel özgürlük ve içsel arayış ekseninde öne çıkarken, Türk edebiyatında kadın kimliği, toplumsal dönüşüm ve modernleşme süreciyle birlikte şekillenmiştir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar geçen dönemde, kadın karakterler hem aile içindeki rollerini sorgulamış hem de toplumsal hayata katılımın yollarını aramışlardır.
Bizim toplumumuzda geleneksellik güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Çocukluktan itibaren aileden, çevreden ve kültürel normlardan öğrenilen davranışları sürdürmek ve taklit etmek gerektiği inancı yerleşir. İnsanlar çoğu zaman bu öğretileri aynen uygular; sosyal rolleri, beklentileri ve gelenekleri takip ederler. Ancak zamanla bu taklit ve uyum çabası içsel bir tatminsizlik yaratır. Birey, “İstediğim bu mu?”, ”Bu benim yolum mu?” sorularını sormaya başlar ve kendi anlam arayışına girer. Kadınlar için bu süreç, toplumsal rollerle bireysel özgürlük arayışı arasındaki çatışmayı daha görünür kılar. Eğitim, edebiyat ve sosyal etkileşimler aracılığıyla kadın, kendi kimliğini keşfetme ve kendi yolunu çizme çabasına yönelir.
Tanzimat Dönemi- Kadın Kimliği
Tanzimat dönemi Türk edebiyatında kadın, hem geleneksel toplumsal rollerle hem de yeni modernleşme fikirleriyle karşı karşıya bırakılmıştır. Kadının eğitimi, aile içindeki konumu ve toplumsal davranış biçimleri, özellikle romanlarda ve hikâyelerde işlenen temel temalardan biridir. Örneğin, Şemsettin Sami’nin ”Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” veya Namık Kemal’in ”İntibah” eserlerinde kadın karakterler, genellikle toplumsal baskı ve ahlaki kurallar arasında sıkışmış durumdadır. Bu karakterler, başlangıçta çevresinin ve toplumun beklentilerine uyar ancak zamanla kendi duygusal ve bireysel farkındalıklarını keşfederler. Kadının kendi yolunu bulma çabası, dönemin modernleşme ve eğitim tartışmalarıyla paralel olarak şekillenir ve toplumsal dönüşümle iç içe ilerler. Böylece Tanzimat dönemi edebiyatı, kadının yalnızca bir obje değil, düşünceleri ve hisleri olan bir özne olarak resmedilmesine öncülük eder.
Servet-i Funun Dönemi- Kadın Kimliği
Servet-i Fünun dönemi, Tanzimat’tan sonra modernleşme ve batılılaşma etkilerinin edebiyatta belirginleştiği bir süreçtir. Bu dönemde kadın karakterler artık sadece ev ve aile hayatıyla sınırlı değildir; bireysel duygularını, eğitimlerini ve toplumsal farkındalıklarını ön plana çıkarırlar. Halit Ziya Uşaklıgil’in ”Mai ve Siyah” ve ”Aşk-ı Memnu” gibi eserlerinde kadınlar, eğitim ve bilinçlenme yoluyla toplumsal rolleri sorgular; kendi seçimlerini yapma ve bireysel özgürlüklerini keşfetme çabası gösterirler.
Servet-i Fünun’un kadın karakterleri, Fransız edebiyatındaki George Sand’ın kahramanları gibi, toplumsal kalıplara karşı ince bir başkaldırı sergiler. Ancak Türk toplumunun geleneksel yapısı ve aile bağları, bu özgürleşme çabalarını belirli sınırlar içinde tutar. Bu nedenle kadın, hem toplumsal normları hem de bireysel arzularını dengelemek zorunda kalır. Servet-i Fünun edebiyatı, kadının modernleşme sürecindeki rolünü ve bireysel gelişimini vurgulayan ilk ciddi örneklerden biridir.
Sonuç olarak hem Fransız hem de Türk edebiyatında, bireyin özgürlük arayışı, toplumsal baskılarla çatışan bir tema olarak öne çıkar. Servet-i Fünun döneminde bu arayış daha çok bireyin iç dünyasında yaşanırken, Fransız edebiyatında toplumsal düzeni sorgulama eğilimiyle birleşmiştir. Bu durum, iki toplumun kültürel yapısının edebiyata nasıl yansıdığını da açıkça gösterir.
Bu yazılardan da anlaşıldığı gibi, hem Fransız hem de Türk edebiyatında kadın karakterlerin ortak noktası, toplumun kalıplarına rağmen kendi kimliklerini bulma arayışıdır. Kadınlar yüzyıllar boyunca özgürlük, bireysellik ve kendini ifade etme mücadelesi vermiştir. İster Madame de La Fayette’in kahramanında ister Halit Ziya’nın kadın figürlerinde olsun, kadınların ortak sesi, bastırılmış duyguların, arayışların ve özgürlük isteğinin sesi olmuştur. Bu yönüyle iki edebiyat da kadının içsel dünyasını ve kimlik arayışını evrensel bir tema hâline getirir.