Art Cologne’dan Contemporary İstanbul’a: Doğru ve Eğrileriyle Sanat Fuarları

Global arenada duayenlerinin izini takip etme çabasındaki, geçtiğimiz günlerde 20. edisyonunu gerçekleştiren Contemporary İstanbul’u gezerken düşünmeden edemedim: Bütün bu sanat fuarları nereden geliyor?

Nadire Kabineleri’nden Londra’nın 1851 tarihli Great Exhibition’ına, oradan Art Cologne’a ve Art Basel’e uzanan bu tarihsel çizgide her yıl on binlerce insan, dünyanın nadir güzelliklerinin sergilendiği bu steril alanlara akın ediyor.

Endüstri sonrası dönemin en popüler sanat fuarı kuşkusuz 1851’de Londra’da düzenlenen Great Exhibition’dır. Onu takiben, 1913 yılında New York’ta izleyiciyle buluşan Armory Show, 300 farklı sanatçıdan 1000’in üzerinde eseri sergileyerek — Picasso, Van Gogh ve Hopper gibi dönemin “rock yıldızlarının” da dahil olduğu — dönemdaşlarını geride bırakmış ve sanat fuarları tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını ilan etmiştir.

Ancak bugünkü çağdaş sanat fuarlarına geldiğimizde, bayrağı Almanya devralıyor. 1955 yılında Kassel’de düzenlenen Documenta, yalnızca sanatçılar ve koleksiyonerlerin buluşma noktası olmakla kalmaz, aynı zamanda kültür endüstrisi adına bu küçük taşra kentine akın eden entelektüel kitleye kendini gösterme konusunda da önemli bir işlev üstlenir. Bu da bize şunu gösteriyor: İlk çağdaş sanat fuarları, büyük şehirlerden ziyade uluslararası görünürlük umutlarıyla küçük şehirlerde ve kırsal kentlerde ortaya çıkmıştır. Bu durum, günümüzde akla ilk gelen isim olan Venedik’in yanı sıra pek çok şehrin yer aldığı kültür endüstrisi listesini de hatırlatıyor. Kültür endüstrisinin küresel etkilerini ise bir sonraki yazımda tartışabiliriz elbette 🙂

Documenta’nın ardından, resmen ilk çağdaş sanat fuarı 1967 yılında Almanya’nın Köln kentinde gerçekleşir: Art Cologne. Onu takiben 1970 yılında, büyük balık olarak adlandırılan Art Basel sahneye çıkar. Skandalları ve büyük paraların döndüğü bu çarkta, onu takip eden daha küçük bir aktör vardır: Contemporary İstanbul.

Contemporary İstanbul, özellikle son birkaç senedir yoğun bir ilgiyle karşılanıyor. Doğru tanıtım faaliyetleri ve İstanbul çevresinde prestij denince akla ilk gelen sanat etkinliği olması sayesinde her sene kapısında kuyruk olmadan edemiyoruz. Gelin bu parıltılı dünyayı, doğruları ve eğrileriyle birlikte keşfedelim.

Sanat, Kültür ve Diplomasi: Sanat ve Fikirlerle Binleri Bir Araya Getirmek

Kültürel diplomasi; global arenada diyaloğu teşvik etmek, karşılıklı anlayışı artırmak ve ilişkiler geliştirerek işbirliğini güçlendirmek amacıyla sanat ve kültür unsurlarının kullanılmasını ifade eder. Nihayetinde hedef, ülkelerin olumlu imajlarını kültürel ilişkiler kurarak ön plana çıkarmak ve sanat aracılığıyla algıları etkilemektir.

İşte bu noktada konumuz devreye giriyor: Sanat fuarları, günümüzde kitlelerin ilgisini çekmekte oldukça başarılı bir saha. Aynı zamanda kültürel diplomasinin en dinamik ve görünür platformlarından biri demek yanlış olmaz. Bu fuarlarda temsil edilen işler, ülkelerin yaratıcı potansiyelini, estetik yaklaşımını ve kültürel çeşitliliğini yansıtmakla kalmaz; uluslararası alıcılar ve yatırımcılara da kapılarını sonuna kadar açar. Hatta bu kapının sahibi olan yatırımcılar ve aracılar için de adeta bir oyun alanıdır.

Bu nedenle sanat fuarlarını yalnızca, rastgele bir sanat seçkisinin sıkıştırıldığı standlar olarak görmek yanıltıcı olur — bir başka deyişle kunterbunt (Almancada “karma karışık”). Sanat dünyasının kapı bekçiliğini üstlenen galericiler ile onların dışarıda tuttuğu isimler arasında yaşanan çekişmelerin damga vurduğu bu kızışmış piyasada, ülkeler yalnızca prestij ve sanat severliği için değil; aynı zamanda kültürel sermayelerini artırmak ve vergi gelirlerini büyütmek hedefiyle de kıyasıya rekabet ediyor. Bunu gördüğünüzde, giriş için ödediğimiz bin küsur liralık biletlerin büyük resmin sadece bir çivisi olduğunu düşünmeden edemiyorum.

New York, Londra, Miami…

Genel deneyimin estetik kalitesini güvence altına almak amacıyla düzenlenen, tek sanatçı odaklı monografik sergiler ve büyük ölçekli işlerle dolu küratöryel projeler artık fuarların en çok övündüğü yönlerden. Bugünün sanat fuarlarına baktığımızda, geçmişte olduğu gibi, sanatçılardan koleksiyonerlere, çocuklu ailelerden influencer’lara kadar uzanan binlerce kişinin halı kaplı fuar koridorlarını nasıl doldurduğunu görüyoruz. O kalabalıklar, fuar tarihini bugüne taşıyan ayak izlerini oluşturuyor.

Bugün sayıları durmaksızın artan sanat fuarlarının aksine, 1967’de Köln’de düzenlenen Kunstmarkt 67 ne hızla büyüyen bir yerel piyasanın ürünüydü ne de yabancı sermayenin… Aksine, durgun bir sanat ekonomisinin sonucuydu. Daha geniş ve yeni bir kolektif yaratma idealiyle fonlanan Kunstmarkt, sol görüşlü öğrenciler arasında sanatı daha erişilebilir kılma motivasyonunu kendine yakıt edinmişti. Ama hâlâ ortada o meşhur soru vardı: Binlerce ziyaretçiyi nasıl çekeriz?

Cevap kaşın burna olduğu kadar yakındı: Sanatçıların elinden çıkan, sınırlı sayıda basılmış katalog tasarımları ve standlar arasında bilinçli şekilde yönlendiren fuar tasarımları. Bunca başarılı sanat fuarının ortak noktası, her zaman sanatın ve sanatçının görünürlüğünü artırmak. Peki, neden? Çünkü sanat, kültürel ve sosyolojik açıdan birçok unsurun senteziyle ortaya çıkan biricik bir üretimdir: güzel, çirkin, tahrik edici ya da rahatsız edici. Ve bu üretimin görünürlüğüyle olan ilişkimiz, ona duyduğumuz takıntı, aslında pazara duyulan inançla birebir ilişkili.

Kapitalizmin bir numaralı kuralı: Doğru pazarda tatmin edici kâr elde etmek. Sanat, tarih boyunca kendi destek sistemini oluşturarak meraklısına sunulmuştur. Kapital olmadan sanatın dolaşıma girmesi, üretilmesi ve sergilenmesi zor. Modern dönemde bu destek sistemi kurumsallaştı; sermaye, sanatın hem görünürlüğünü hem de değerini belirleyen başat güç haline geldi. Sanat, yalnızca estetik değil, aynı zamanda finansal bir yatırım aracına dönüştü.

Bugün örneklerini verdiğimiz sanat fuarı furyası, işte bu amaca hizmet eden dolaşım kanallarıdır. Sanatı demokratikleştiriyor gibi görünen bu yapılar, aslında kapılarını yalnızca belirli bir kesime açıyor. Kapitalin etkisiyle eserlerin değeri, estetik ya da kavramsal gücünden çok piyasa stratejilerine ve kârlılık potansiyeline bağlı hale geldi. Öte yandan bütün etik değerlerimiz ve prensiplerimizin bulunduğu büyük insan şapkalarımızı çıkarıp bir kenara koyup sanatçıların bu görünürlüğe duyduğu ihtiyacı düşündüğümüzde, bu düzenin karşılıklı bir kazanç çarkı olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız, pastanın dilimlerini kimin pay ettiğini de unutmamak gerekir.

Türkiye’de Çağdaş Sanat Fuarcılığı

Tarihin tozlu sayfalarını biraz karıştırdığımızda, 1930’ların sonlarında henüz taze bir Cumhuriyet olan Türkiye’nin Viyana, Paris ve dönemin Türkçesinde “Nev York”da kendi ülke pavyonlarıyla sanat fuarlarında yer aldığını görebiliriz. Ancak 90’larda Türkiye, sanat ve özellikle çağdaş sanat alanında bir coşku yaşamaya başlar. Bienallerin ardından sanat fuarları da tomurcuklanır. 1990 yılında düzenlenen Artist İstanbul Sanat Fuarı, alanındaki ilk oluşumdur. Yalnızca 39 galerinin katılımıyla gerçekleşen bu fuar, zamanla kendini göstermeyi ve yerini belli etmeyi başarır.

1995’te organizasyon sorumluluğunu Yahşi Baraz üstlenir ve artık Türkiye’nin resmen bir çağdaş sanat fuarı vardır. Ancak bu çiçeği burnunda oluşumun ardında onu soldan hızla geçecek bir rakip belirmektedir: Güçlü sponsorlarıyla Contemporary İstanbul.

2006 yılında büyük bir iddiayla yola çıkan CI, bugün hâlâ Türkiye’nin dünya sanat piyasasına açılan kapısı olarak lanse ediliyor. Kuruluş vizyonu İstanbul’u küresel sanat haritasına yerleştirmekti. Aradan geçen yaklaşık 20 yılda bu hedefe ulaşıp ulaşamadığını, takdiri fuar ziyaretçilerine ve sanatseverlere bırakıyorum. Uluslararası galeri ve koleksiyonerleri İstanbul’a çeken CI, şehrin kültürel cazibesine katkı sağlıyor — bunu inkâr edemeyiz. Ancak yerel sanatçıların küresel ölçekte görünürlüğü hâlâ sınırlıyken, fuarın giderek daha ticari bir alana dönüşmesi, dikkatimizi sanatsal üretimden ziyade piyasa dinamiklerine çekiyor.

2021 yılından bu yana fuar, Tersane İstanbul’da düzenleniyor. Bu mekânsal tercih, güçlü bir imaj sunsa da; aslında İstanbul’un tarihi endüstri mirasının prestij mekânına çevrilmesinin bir örneği. Tersane’nin fuar alanı olarak dönüştürülmesi, sanatın kent içinde bir tür marka ve rant aracına indirgenmesi olarak da yorumlandı ve kamuoyundan eleştiriler aldı. Ayrıca her yıl yaşanan ve genellikle daha az bilinen sanatçıların işlerinin zarar görmesiyle sonuçlanan “kazalar”, fuar imajını hiç de iyileştirmiyor.

Her yıl fuara akın eden ünlü isimler, fuarın gerçekten sanat ve sanatçı görünürlüğü için mi, yoksa küresel bir rant ve prestij podyumu mu olduğuna dair soruları tekrar gündeme getiriyor.

Son Notlarım

1970’ler Almanyası’ndan bugünün Contemporary İstanbul’una gelirken hikayemiz, çağdaş sanatın kaderiyle paralel: sermaye, prestij ve küresel görünürlük uğruna sanatın eleştirel ve toplumsal potansiyelinin törpülenmesi.

Fuarın ısrarla sürdürdüğü “köprü olma” söylemi, çoğu zaman bir vitrinden ibaret kalıyor. Bugün sormamız gereken soru belki de şu:
Contemporary İstanbul, sanatın özgürleşmesi için bir alan mı açıyor, yoksa sanatın piyasa içinde daha da sıkışmasına mı hizmet ediyor?

Zeynep. Sanat okudu ama sınırları sevmedi; beyaz yaka ama valizi hep “kaçış”a hazır.
Bir elinde Vogue, diğerinde sanat dergisi; Spotify’ında hem Sade var hem de bir çağdaş sanat podcast’i.
Spor yapar, iyi yer, stilini konuşturur, sergiye geçer.
Hayat onun için renkli, hareketli ve bolca ilham verici.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.