Bazı kitaplar, okurları çabasız bir biçimde içine alır. Orhan Kemal’in 1960 yılında kaleme aldığı ve okuyucu ile buluşturduğu “El Kızı“, çok tanıdık bir hikayeyi ele almış olmakla birlikte, insanda farklı duygular yaratıyor. Toplumcu gerçekçi yazarlarımızdan Orhan Kemal işçiye, köylüye, yoksula, insan ilişkilerine dair önemli tespitleri romanlarındaki karakterler ile hayat bulmakta. El Kızı da bu başarısının örneklerinden biri.

Romanımızın üç ana kahramanı var. Nazan, Mazhar ve Hacer. Nazan, Mazhar’ın karısı. Sevgisini belli edemeyen, her an hata yapmaktan korkan bir karakter. Mazhar şehrin en tanınan avukatlarından biri. Nazan’ı yıllar öncesinden sevmiş ve kendi isteğiyle evlenmiş. Mazhar’ın annesi Hacer ise aşağılık kompleksi yaşayan, avukat annesi olmakla gurur duyan ve Nazan’ı Mazhar’a layık görmeyen kayınvalide olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın adından da tahmin edilebileceği gibi, bir gelin-kayınvalide çatışması ve arada kalan bir koca ile başlıyor hikayemiz. Şahsen okurken yalnızca bu çatışmaların ele alınacağını düşündüğüm romanda işler bambaşka seyrediyor ve her karakterin penceresinden dünyaya bakmak mümkün oluyor.
Kapak görselinde yer alan tektaş yüzük, hikayenin başında karşımıza çıkıyor. Nazan’ı mutlu etmek isteyen Mazhar, yüklü para vererek bu tektaşı satın alıyor. Karısına hediyeyi verdiğinde bu sefer ondan bir sıcaklık görmeyi umuyor. Mazhar’ın ricası ise, Nazan’ın bu yüzüğü Hacer hanıma göstermemesi. Ancak Hacer hanım bir noktada bu yüzüğün varlığından haberdar oluyor ve Nazan’a karşı duyduğu rahatsızlık birken bin oluyor. Asıl hikaye ve çatışmalar ise bundan sonra başlıyor.
O yılların toplumsal cinsiyet rollerine ayna olmaya niyetli olan El Kızı romanı, günümüze de ayna tutmayı başarıyor bana kalırsa. Hikayede süslü, “boyanan” kadına; bakımsız, “pespaye” kadına ve özgür olma çabasında olan kadına nasıl gözlerle bakıldığı okuyucuya aktarılıyor. Özellikle hala süregelen “Kocasını eve bağlaması gereken kadındır”, “Erkek aldatıyorsa kadının ihmalkarlığıdır” düşünceleri ve kadının omzuna yüklenen yükler okurken size de yükleniyor. Bu kitaptaki tüm kadınlar birer yaprak misali oradan oraya savruluyor ve rüzgarın yönüne bu kadınlar değil, “kader” karar veriyor. Özellikle Nazan’ın hayatta kalma mücadelesinde toplumsal cinsiyet rollerinin etkisini fazlaca hissediyoruz. Boşanmasından sonra sebebi merak bile edilmeden, Nazan suçlu bulunuyor. “Ne yaptı ki adam da boşadı” soruları soruluyor. Günümüze ışık tutan El Kızı romanını okurken aynı şeylerin hala yaşandığını görmek mümkün. El alem baskısı, kadının peşine biri takıldıysa buna mahal verenin kadın olduğu düşüncesi… Maalesef bütün bunlara hala hepimiz şahit oluyoruz.
Benim düşünceme göre, bir kitabı içimde yaşatan ve duygularımı şahlandıran şey o hikayede mutlak kötü veya mutlak iyinin olmamasıdır. İşte El Kızı romanı karakterleri tam olarak bunu yaşatıyor. Her karakterin içindeki iyi ve kötüler suratınıza tokat gibi çarpıyor, bana kalırsa bu da hayatın ta kendisi manasına geliyor. Nazan, Mazhar ve Hacer… Üçüne de aynı anda kızıyor, aynı anda üzülüyor ve aynı anda seviyorsunuz. Bunun en büyük sebebi bahsettiğim gibi karakterlerin siyah ya da beyaz değil, gri tonlarda sunulmasındadır. Ayrıca, günlük hayatımızda karşılaşınca tepki göstereceğimiz şeyler romantize edilmiyor.

Kitabı bitirdiğinizde bu kadar tanıdık bir hikaye ve bu kadar tanıdık insanların sizi nasıl böyle sarstığına şaşabilirsiniz. Bu, Orhan Kemal’in toplumcu gerçekçi kimliğinin eserlerine ne kadar başarılı yansıdığının bir kanıtıdır. Yazar sade ve etkileyici diliyle sizi kitabın içine alacaktır. Eğer okumadıysanız, kesinlikle şans vermelisiniz
- Not: Fotoğraflar yazar tarafından sağlanmıştır.