Kaldırımların Hafızası: Ayak Seslerinde Biriken Yorgunluk

tarafından
Eylül 11, 2025
görülme

1. Geri Dönülmesi Zor Başlangıç

Şehirler sadece beton, asfalt ve camdan ibaret değildir. Onlar aynı zamanda ayak seslerinin biriktiği, bakışların çarpıştığı, sessizce ezilen iç çekişlerin yankılandığı devasa hafıza kartlarıdır. Her kaldırım, üzerinden geçen her insanla biraz daha ağırlaşır. Her adım, taşıdığı yük kadar görünmez bir iz bırakır. Ve bir süre sonra yürümek, yalnızca fiziksel bir eylem olmaktan çıkar. Yürümek, yaşamak kadar ağırlaşır.

Sabahları işe yetişenlerin hızlı adımları, akşam eve dönenlerin yavaşlığıyla karışır. Herkesin ayağında farklı bir tempo vardır ama şehir herkesten aynı şeyi ister: “Hızlan.” Şehir, seni hiçbir zaman olduğun hızda sevmez. Ya geride kalırsın ya da önde durduğun için iteklenirsin. Kaldırımlar bu hızın nöbetçileridir; hiçbir şeyi hatırlamaz gibi davranırlar ama aslında her şeyin tanığıdırlar.

Şehir, bedenleri sürekli hareket hâlinde tutarak ruhları uyuşturur. Düşünmeye vakit bırakmaz. Metrodan çık, kahveni al, kartını okut, asansöre bin, bilgisayarını aç, ekran karşısında gülümse, öğle arası yürüyüşüne çık ve tekrar binlerce diğer adımla birleş… Bu döngüde, insanın kendine ait bir adımı kalmaz. Yürümek bile bir biçimsel itaat hâline gelir. Durmak artık sadece sinir bozucu bir aksaklık olarak görülür; bir eylem değil, bir başarısızlıktır.

“Durmak yok. Düşünmek yok. Hissetmek, hele hiç yok.”

Oysa ne zaman bir kaldırımda durup etrafına baksan, bir şey hissedersin. Bir yabancılık. Ne binaya, ne yürüyene, ne tabelaya, ne ışığa ait olduğunu hissedersin. Ama o an hemen geçer. Çünkü arkandan gelen biri seni omzunla iter, “devam et” der. Sistem sana her gün tekrar tekrar şunu öğretir: “Durmak yok. Düşünmek yok. Hissetmek, hele hiç yok.”

Asfalt, modern zamanın en sessiz mezar taşıdır. Üzerinde milyonlarca insan yürür, konuşur, küfreder, hayal kurar, ağlar… Ama sonunda hepsi aynı yere gider: bir sonraki kavşağa. Kaldırımlar bunu bilir. Sessizdirler ama işittikleri çığlıklarla doludur her taşın arası. Asfaltta yürüyen insanlar, sadece ileriye gitmeyi değil, geride bıraktıkları duyguların üstüne basmayı da öğrenirler zamanla.

Modern şehir, bizden sürekli yürümemizi ister ama nereye yürüdüğümüzü hiç sormaz. Belki de bu yüzden bu kadar çok yorgunuz. Çünkü yönsüz bir yürüyüş, sadece bacakları değil, ruhu da aşındırır. Ve bir noktadan sonra, adımlar değil, sadece alışkanlıklar yürür.

2. Plazalardan Metrobüslere: Şehrin Sıkıştırdığı Bedenler

Modern şehir, insan bedenini mekânlarla terbiye etmeyi çok iyi bilir. Sabahları dar asansör boşluklarına sıkışan omuzlar, öğlen saatlerinde steril plazaların parlak zeminlerinde yankılanan topuk sesleri, akşam saatlerinde metrobüslerde birbirine sürtünen bedenler… Hepsi aynı koreografinin parçasıdır. Aynı anda milyonlarca insan, aynı hareketleri tekrar eder: kalk, hazırlan, trafikte sıkış, çalış, bekle, dön… Arada nefes almak isteyen, başını camdan çıkarmak isteyen, yürüyüşünü yavaşlatmak isteyen varsa da sistem hemen müdahale eder. Çünkü bu şehir, ritmin dışına çıkan her bedeni “arıza” sayar.

Plazalarda çalışmak, artık başarıdan çok, dayanıklılıkla ölçülür. İnsanlar sabah kahvesini alırken bile saatle yarışır. Mail bildirimlerinin sesi, zamanla insanın iç sesine karışır. “Acil”, “öncelikli”, “gün sonuna kadar” gibi ifadeler sadece iş terimleri değil, bedenin zihne fısıldadığı alarm cümlelerine dönüşür. Oysa ofis koltukları, ergonomik tasarımlarına rağmen insanı yavaş yavaş öldüren sessiz cihazlardır. Gün boyunca hareketsiz kalmak, yapay ışık altında yıpranmak, sürekli ekran bakışıyla gözlerini köreltmek… Bütün bunlar, sistemin bize dayattığı görünmez işkencelerdir. Ve garip bir şekilde, bu işkenceye her sabah gönüllü döneriz.

mesafe kaybolur, mahremiyet yok olur.

Plazalardan çıkınca da özgürlük gelmez. Aksine, başka bir kısıt başlamıştır: toplu taşıma. Özellikle metrobüs gibi İstanbul’un modern çağdaki sıkıştırma simgeleri, insan bedeninin ne kadar daraltılabileceğini gösteren deney alanlarıdır. İnsanlar buraya artık sadece bir yerden bir yere gitmek için değil, adeta sabrı ölçülmek üzere doluşur. Omzuna birinin kolu değmeden, yüzüne bir çanta çarpmadan yolculuk etmek neredeyse imkânsızdır. Bu temas, şehirde yaşamanın bir bedelidir: mesafe kaybolur, mahremiyet yok olur.

Şehrin bu baskısı yalnızca fiziksel değildir. Bedenler gibi sınırların da daraldığı, nefesin bile hesaba katıldığı bir düzende yaşarız. Herkesin birbirine çarpması sadece bir kalabalık meselesi değildir. Bu, varlıkların birbirine tahammülsüzlüğüdür. Herkes oradadır ama hiç kimse orada olmak istemez. Herkes bir yere yetişmeye çalışır ama nereye gittiklerini kimse sorgulamaz. Çünkü sorgulamak için durmak gerekir — ve bu şehirde durmak, neredeyse günah sayılır.

Metrobüsler, plazalar, asansörler, kuyruklar… Bütün bu yapılar, modern şehrin kutsal mekânlarıdır. İbadet şekli bellidir: sabret, katlan, dayan. Yılda bir haftalık tatille kutsanırsın. Haftalık izinle nefes alırsın. Ama genel olarak sistem senden şunu ister: “Sen bedensel olarak burada ol, gerisini biz hallederiz.”

Ne düşündüğün, ne hissettiğin, ne hayal ettiğin bu sıkışıklığın içinde kaybolur. Çünkü bedenin sıkıştığında, zihnin de kendini daraltır. Ve zamanla öğrenirsin:
Bu şehirde yerin varsa, alanın yoktur.
Alanını genişletmek istiyorsan, yerinden olman gerekir.

3. Gürültüde Kaybolan Düşünceler: İç Sesin Bastırılması

Modern şehirlerde yalnızca sokaklar kalabalık değildir; zihinler de en az caddeler kadar doludur. Sürekli bir ses bombardımanı altındayız: trafikten gelen korna sesleri, AVM’lerde çalan anlamsız müzikler, açık ofislerdeki klavye tıkırtıları, sosyal medya bildirimleri, haberlerin bağıran başlıkları… Her biri başka bir yerden, başka bir niyetle seslenir ama ortak noktaları vardır: Senin iç sesini bastırmak.

Bir zamanlar insan kendiyle baş başa kalabildiğinde düşünürdü. Kendi varlığını, hislerini, yönünü sorgulardı. Sessizlik, bu sorgulamanın ilk adımıydı. Ama şehir artık sessizliği düşman ilan etti. Sessiz kalmak, geri kalmak gibi algılanıyor. Çünkü sessizlik verimli değil, üretken değil, paraya dönüşmez. Oysa insan ancak sessizlikte kendini duyar. Gürültüde sadece başkalarının taleplerini, beklentilerini, yönlendirmelerini duyarsın. Kendi sesin, bir arka plan uğultusuna dönüşür.

“Ben aslında ne hissediyorum?”

Bu ses karmaşasının içinde insan düşünmeye çalıştıkça daha çok dağılıyor. Çünkü odaklanmak artık bir lüks. Aynı anda üç ekran açık, arka fonda bir müzik, köşede WhatsApp grubu, e-postalar, bildirimler… Ve tüm bunların arasında kafanın içinde bir cümle beliriyor: “Ben aslında ne hissediyorum?” Ama o cümle, bir sonraki mesaj sesiyle birlikte kesiliyor. Düşünce tamamlanamıyor. Ve yarım kalan düşünceler, zamanla boğuluyor.

İç ses, bir radyo frekansı gibidir. Ancak sessizliği ayarladığında netleşir. Ama şehir, o frekansa asla izin vermez. Hep bir başka kanal açık kalır. Kimi zaman annenin sesi kafanda yankılanır, kimi zaman öğretmenin uyarısı, patronun hedefi, sevgilinin hayal kırıklığı… Ve bir süre sonra senin sesin, senin düşüncen, senin duygun… hepsi bu dış seslerin arasında erir gider. İçinden geçenleri net olarak ifade edemezsin çünkü önce onların ne olduğunu ayıklaman gerekir. Bu ayıklama süreci de sessizlik ister. Ama şehirde ne sokakta, ne zihinde sessizlik artık kalmamıştır.

İnsan artık kendini yalnızca başkaları üzerinden tanımlar hâle geldi. İç sesini duyamadığı için, dış onayla yön bulmaya çalışır. “Beğenildi mi?”, “Görüldü mü?”, “Yeterince iyi mi?” soruları iç diyaloğun yerini alır. Bu, aslında büyük bir iç göçtür. Kendi zihninden çıkıp kalabalığın merkezine sığınmaktır. Güvende gibi hissettirir ama en büyük yalnızlık da burada başlar: Kendi sesini duyamadığın yerde kim olduğunu nereden bileceksin?

Gürültünün içinde yaşamak, yalnızca işitsel değil, zihinsel bir deformasyondur. İnsan, düşünmekten vazgeçmez. Ama düşünemez hâle gelir. Fikir üretir ama derinleşemez. Hisseder ama adlandıramaz. Bu da iç sesin yavaşça ölmesine neden olur. Ölen şey ruh değil belki, ama ruhun kendiyle konuşma biçimidir.

Ve bir sabah metroda giderken, kulaklıkta arka arkaya atladığın şarkılar eşliğinde, gözlerin telefonda bir şeyler ararken, kafanda bir düşünce belirir:
“Ben en son ne zaman kendimle konuştum?”

4. Kiralık Hayatlar, Taksitli Umutlar

Modern şehirlerde insanlar yalnızca ev kiralamaz; umutlarını, hayallerini, hatta kimliklerini de taksitle satın alır, kiraya verir. Artık kimse bir şeye gerçekten sahip değil. Ya krediyle alınmıştır ya geçici olarak kullanılıyordur. Eşyalar, ilişkiler, hayaller… Her şeyin bir son kullanma tarihi var ve bu tarih, bazen daha ödemesi bitmeden gelir.

Kiralık bir evde yaşamak, yalnızca dört duvar arasında var olmak değildir. Aynı zamanda o evin hiçbir duvarına kendini tam olarak ait hissedememektir. Çivi çakamazsın, boya değiştiremezsin, duvara bir poster bile asarken iki kez düşünürsün. Çünkü orası senin değildir. Orası bir “geçici çözüm”dür. Ama geçici olanın kalıcılığa dönüştüğü bu çağda, insanlar artık sürekli ertelenen bir yaşamın içinde, sürekli “idare eden” hâle gelir. Her şey idare eder: maaş, ev, ilişki, ruh hâli, hayal gücü… Çünkü daha iyisi hep pahalıdır, ulaşılmazdır, risklidir.

Taksitli umutlar, gelecekten alınmış avanslar gibidir. Bugün mutsuz ama meşgul olursan, yarın belki daha iyi bir yerde olursun. Sistem bu düşünceyi senin içine öyle bir işler ki, şikâyet etmeye bile zamanın kalmaz. Herkesin bir kredi borcu, bir aidat ödemesi, bir taksit planı vardır. Ve bu planlar, insanın yaşam enerjisini küçük dozlarla emer. Sabah kalktığında hissettiğin şey yorgunluk değil sadece; aynı zamanda ödenmemiş faturaların, tamamlanmamış işlerin, tutulmamış sözlerin ağırlığıdır.

Sistem umutla beslenmez; umutla oyalamayı sever.

Tükenmişlik, burada yalnızca psikolojik bir durum değil, yapısal bir gerçekliktir. Sisteme dâhil olan herkes, bir noktada “çok yoruldum ama duramam” hissine kapılır. Çünkü durmak, geride kalmak demektir. Ayakta kalmak, nefes almak kadar değil, borç ödemek kadar zorunludur. Bu döngü içinde umut bile pazarlanır: “Şu eğitimi alırsan kurtulursun.”, “Şu arabayı alırsan değer kazanırsın.”, “Şu semtte ev tutarsan prestijli olursun.” Hep bir şey alırsan, bir şey yaparsan, bir yere varırsın. Ama o yere kimse tam olarak varamaz. Çünkü o hedef her seferinde biraz daha ileri taşınır. Sistem umutla beslenmez; umutla oyalamayı sever.

İlişkiler de kiralıktır artık. İnsanlar birbirlerine, kalmak için değil, gitmeden önce oyalanmak için gelir. Kimse kimseyi bütünüyle taşıyacak güce sahip değildir çünkü herkes zaten kendi yüküyle meşguldür. O yüzden duygular kısa süreli kontratlara bağlanır. En küçük anlaşmazlıkta “çıkış opsiyonu” aranır. Oysa gerçek bağ, krizle büyür. Ama bu çağ krizden korkar. Çünkü kriz demek zaman demektir, sabır demektir, durmak demektir — ve sistemin bunlara tahammülü yoktur.

Taksitle yaşanan hayatlar, her ay sonu biraz daha eksilir. Ve bir gün fark edersin: Aslında hiçbir zaman tam anlamıyla “başlamamış” bir hayatı yarıda bırakıyorsun.

5. Tükenmişlik Bir Son Değil, Başka Bir Başlangıç mı?

Modern insanın tükenmişliği, yalnızca fazla çalışmakla açıklanamaz. Bu tükenme, sadece bedensel bir yorgunluk değil; zihinsel bir erozyon, duygusal bir boşluk, varoluşsal bir çöküş hâlidir. Artık insanlar sadece “yoruldum” demiyor; “bittim”, “dayanamıyorum”, “hiçbir şey hissetmiyorum” diyor. Bu ifadeler, yalnızca iş tempolarına değil, hayatın tamamına yöneltilmiş sessiz çığlıklardır. Çünkü çağın en büyük yorgunluğu, anlam yitimidir.

Ruh artık taşımadığı yükün nedenini bilmediği anda kırılmaya başlar.

Bir insanın neden tükendiğini anlamak için yalnızca ne yaptığını değil, neden yaptığını da sormak gerekir. Ancak şehir hayatında bu sorular pek sorulmaz. Çünkü cevapları zaman alır. Ve zaman, bu sistemde en kıymetli, aynı zamanda en çabuk harcanan şeydir. İnsanlar kendini o kadar çok şeyin ortasında bulur ki, neden başladıklarını unuturlar. İşe neden girdiklerini, neden evlendiklerini, neden taşındıklarını… Bu unutma, en derin tükenmişliğin başlangıcıdır. Ruh artık taşımadığı yükün nedenini bilmediği anda kırılmaya başlar.

Tükenmişlik kimi zaman çok sessiz başlar: Sabahları uyanmak zor gelir. İşe başlamak için ekstra bir kahve gerekir. Sosyal medyada insanlar mutlu görünürken sen gittikçe içine çekilirsin. Hayatın içindeki roller – çalışan, arkadaş, sevgili, evlat – birer maskeye dönüşür. Ve bu maskelerin altındaki gerçek yüz, kendini görünmez hisseder. Bu görünmezlik, kişinin kendi hayatında figüran gibi hissetmesine neden olur. İşte asıl yıkım budur: Kendi hayatının sahnesinde bir yabancı olmak.

Ama tükenmişlik her zaman yalnızca bir çöküş değildir. Bazen bu bitiş hissi, başka bir tür başlangıcın eşiğidir. Çünkü insan ancak sustuğunda, dağıldığında, her şeyi bırakmak istediğinde bazı şeyleri fark edebilir. İç sesin tekrar ortaya çıktığı, “ben ne istiyorum?” sorusunun gerçek yankı bulduğu anlar genellikle en karanlık zamanlardır. O zaman, hiçbir şeyin yolunda gitmediği o günlerde, insan en gerçek sorusunu sorar. Ve o sorudan bir yön doğabilir. Tükenmişlik, belki de gerçek ihtiyaçlarımızla sahte hedeflerimiz arasındaki mesafeyi gösteren aynadır.

Elbette her tükenmişlik bir dönüşümle sonuçlanmaz. Kimileri bu çöküşün altından kalkamaz. Ama bazıları, tam da burada, bu kırık noktada başka bir yol çizer. Daha az ama daha sahici bir hayat, daha yavaş ama daha bilinçli bir tempo… Belki şehirden uzaklaşmak, belki işini değiştirmek, belki sadece kendiyle kalabilmek… Ne olduğu önemli değil. Önemli olan, tükenmişliği sadece bir yenilgi değil, aynı zamanda bir uyarı olarak görebilmek. Çünkü belki de en büyük güç, “artık böyle devam edemem” diyebilmektir.

Ve bazen insan, ancak tükendiğinde, gerçekten nerede olduğunu fark eder.

6. Şehrin Dışında Bir Yer: Kaçmak İsteyip Gidemeyenler

Kaçmak, bazen bir lüks değil; bir hayatta kalma refleksidir. Modern şehirde yaşayan birçok insan için bu düşünce, sabah trafiğinde sıkışmışken, bir ofis katında daralırken ya da akşam eve dönerken yolda kurduğu hayalin ta kendisidir: “Bir gün gideceğim buradan.” Ama o gün bir türlü gelmez. Çünkü gitmek, yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değildir; aynı zamanda ardında bıraktığın hayatın parçalarını, beklentileri, alışkanlıkları da kesip atmaktır. Ve bu, çoğu zaman maddi değil, psikolojik bir cesaret işidir.

“Sen bu düzene ayak uyduramazsan, başarısızsın.”

Şehrin dışındaki yer, yalnızca coğrafi bir yön değildir. Bazen dağ başında bir kulübedir, bazen kıyıda küçük bir kasaba, bazen de zihnin içinde hayal ettiğin sessiz bir odadır. Ama ortak özellikleri vardır: sakinlik, doğallık, yavaşlık… Bu kavramlar, şehirde birer nostaljiye dönüşmüştür artık. Çünkü şehir, her şeyi hızla üretir ve hızla tüketir. Kaçmak isteyen insanın karşısına ilk olarak şu engel çıkar: “Sen bu düzene ayak uyduramazsan, başarısızsın.” O yüzden çoğu insan, gitmek ister ama yerinden kımıldayamaz. Düşüncesi bile suçluluk yaratır.

İnsan, şehirde kendini yalnızca o şehrin parçası olduğu sürece var hisseder. Aidiyet, artık doğayla ya da insan ilişkileriyle değil, sisteme entegre olma becerisiyle tanımlanır. “Kaçmak istiyorum” demek, sistem dışına çıkma arzusu kadar, artık içeride barınamama itirafıdır. Ancak modern insan, içeride kalarak da dışarı çıkabileceğini zanneder: Hafta sonları doğa kaçamakları, meditasyon uygulamaları, sessiz kulaklıklar, esanslı mumlar… Tüm bunlar geçici kaçışlardır. Gerçek kaçış, yer değiştirmek değil, yaşama biçimini değiştirmektir.

Ama işte tam burada, şehir insanı kilitlenir. Çünkü değişim, konfor alanını tehdit eder. Kaçmak bir düş olarak kalır. Ve o düş, zamanla zehire dönüşür. “Ben buraya ait değilim ama gidecek yerim de yok” hissi, çağın en büyük sıkışmışlıklarından biridir. Bu bir çıkmazdır. Ne içinde huzur bulursun, ne dışında cesaret. Ve şehir, bu kararsızlığı çok iyi yönetir. Çünkü kararsız insanlar, sisteme en sadık olanlardır. Her gün kaçmayı hayal edip her gün geri dönenler, sistemin en sessiz ama en güçlü taşıyıcılarıdır.

Şehrin dışında bir yer vardır belki ama çoğu zaman oraya ulaşamazsın. Çünkü şehir dışarıdan değil, içeriden örülmüş bir hapishanedir. Ve insan, en çok kendi duvarlarını aşamaz.

7. Asfaltın Altında Nefes Alanlar

Modern şehir, her gün milyonlarca adımı üzerinde taşıyan geniş bir asfalt kütlesidir. Bu asfaltın üstünde aceleyle yürüyenler, telefonlarına gömülmüş yüzler, düşünmeden birbirine çarpan bedenler vardır. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışır ama aslında kimse gerçekten bir yere varmaz. Şehir yürür, şehir koşar, şehir tükenir. Ama bütün bu hızın, bütün bu gürültünün ve telaşın altında… görünmeyen bir şey nefes almaya çalışır. İnsanın özü.

Asfaltın altındaki o derin katmanda hâlâ hatırlayan bir benlik vardır. Koşuşturmaya rağmen bir sokak lambasının altında bir dakikalığına duran biri. Kalabalığın ortasında gökyüzüne bakmaya cesaret eden biri. Otobüs durağında herkes telefondayken yanındaki çocuğun neye güldüğünü fark eden biri. İşte bu insanlar, şehrin unutturduğu insanlık hâlini hatırlayanlardır. Onlar, asfaltın üstünde yürüyenlerden değil, altında nefes alanlardandır.

“Unutmadın değil mi?”

Bu nefes, küçük bir müzik notasındadır bazen; bir eski kitap sayfasının kokusunda, bir sokak kedisinin sessiz bakışında, bir taksi camından yansıyan günbatımında… Her şeyin yapaylaştığı, hızlandığı, koptuğu bir dünyada, bu anlar hayatın bize hâlâ dokunduğuna dair küçük kanıtlardır. Ve işte o anlar, insana şöyle der: “Unutmadın değil mi?”

Asfaltın altında nefes almak, direnmek demektir. Herkesin sustuğu yerde konuşmak, herkesin baktığı yönden başka yöne yürümek, herkesin kabul ettiğini sorgulamak demektir. Bu kolay değildir. Yalnızlıkla sınar seni. Çünkü o derin katmanda kalabalık yoktur. Orada yavaşlık vardır, içe dönüş vardır, sahicilik vardır. Ve bu çağda sahici olmak, en büyük direniş biçimidir.

Bir gün, yürürken ansızın durursan, kendine şu soruyu sor:
“Ben hâlâ nefes alıyor muyum, yoksa sadece hareket ediyor muyum?”
Eğer cevap yalnızca hareketsen, işte o zaman asfalt seni yutmuş demektir. Ama içinde bir yer hâlâ nefes alıyorsa, hâlâ hissediyorsa, hâlâ direniyorsa…
O zaman sen, modern şehirde tükenmemiş azınlıktansın.
Asfaltın altında nefes alanlardansın.

Yazar & İçerik Üreticisi: Edebiyat, sinema, mitoloji, felsefe ve yeraltı edebiyatı odaklı içerikler üretir. 2025 yılında Plüton Yayınları'ndan çıkan Yolun İzleri adlı deneme kitabının yazarıdır. Yazılarında düşünsel derinlik, kültürel analiz ve özgün perspektifler ön plandadır. 📩 berkaykirmizikan@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.