Her insanın unutamadığı tatlar vardır hayatında. Yemeğin o güzel kokusu, ağızda bıraktığı tat aklımızın bir köşesine kazınmıştır. Bu, belki lüks bir restoranda yenilen güzel bir akşam yemeği, bazen sokak köşesinde küçük tezgâhta satılan taze simittir. Benimse sabahın erken saatinde mutfakta, yerde, sininin üstünde anneannemin yaptığı gözlemedir. Diğer gözlemelerden farkı neydi tam olarak bilmiyorum ama o tatta başka bir gözleme yiyemedim henüz. Sanırım sırrı, anneannemin gözleme hamuruna sevgisini katmasıydı. Kendisi dünyanın en güzel yemeklerini yapan insan değildi ama daha güneş doğarken uyanıp bizi mutlu etmek için hazırladığı o gözleme, dünyanın en güzel yemeğiydi. Çocukluğuma dair hatırladığım güzel anıların çoğunda o hep var. Bazen gülüşü, bazen sinirlenişi bir fotoğraf gibi hafızamda taptaze duruyor.
Size biraz ondan bahsetmek istiyorum. Kendisini tanısanız, biraz huysuz ama hep çok şefkatli biri olarak tanımlarsınız. Anneannem, Karadeniz’in bir köyünde büyüyen bir kadın olarak şiveli konuşurdu. Kimi zaman ne söylediğini anlamazdık, kimi zamansa kelimeleri yanlış söyleyip hepimizi kahkahalara boğardı. Evine gittiğimizde onun eteğinin etrafında toplanır, bize bir şeyler anlatmasını beklerdik. Anlattığı anıları yüzümüzde bir gülümsemeyle dinlerken, çoğu zamansa üzülürdük. Çünkü yaşadığı onca şey, ne kadar zor bir hayatı olduğunu gösteriyordu.
Anneannem bir öğretmenin eşiydi ama buna rağmen hayatta birçok şeyden geri kalmıştı. Onca yıl koskocaman bir şehirde yaşadığı halde okuma yazma bilmiyordu. Ancak kendisi okuma yazma bilmiyorken tüm çocuklarını okutmuş, hepsinin güzel meslekler edinmesini sağlamıştı. Biz büyürken sürekli ona okuma yazma öğretmeye çalışırdık. Kendi ismini ilk kez yazdığı zamanki gülümsemesi, küçük bir çocuğun ilk defa çikolata yediği zamanki gülümsemesiyle aynıydı. Maalesef ismi yazdığı ilk ve son kelime olmuştu. Bu işlerden anlamadığını, okumanın artık onun için çok geç olduğunu; okuması gereken birileri varsa onların biz olduğumuzu söylerdi.
Belki okuma yazma bilmiyordu ama hepimizin küçükken en iyi arkadaşı olmuştu. Düştüğümüzde yaralarımızdan öper, okul gösterilerimizde en ön sırada oturur, saçlarımızı örer, saatlerce bizimle evcilik oynardı. Bir süre sonra biz büyüdük, o yaşlandı. Artık biz onun yaralarını sarmaya başladık. Yaşlandıkça zayıfladı, saçları bembeyaz oldu ve dünyanın en tatlı insanına dönüştü. Ailemizde adı “Pamuk” oldu. Pamuğumuz gün geçtikçe daha çok hastalandı. Ancak o haliyle bile bizi düşünmekten vazgeçmedi: Aç mıyız, tok muyuz, işe girdik mi, evleniyor muyuz diye sormaya devam etti. Günün birinde benim adımı unuttuğu halde, sorduğu ilk şey karnımın aç olup olmadığıydı. Kendini düşünmüyorken bile düşündüğü tek şey sevdiği insanlardı.
Serin bir eylül akşamı anneannem aramızdan ayrıldı ve hiçbirimiz bununla baş edemedik. Çünkü hep eski haline tutunduk. Kaybetme düşüncesi bile aklımızdan geçmedi. Bizim huysuz tonton Pamuğumuz bize veda etti. Bundan sonra bir daha eskisi gibi olmayacağız sandık. “Hayat her zaman çok acımasızdır.” derler. Sen, sevdiğin insanların iyi olmasını isterken, hep yanı başında olmalarını beklerken; o çoktan senin kim olduğunu unutmuştu. İnsanı en çok üzen şey, güzel olan şeylerin sonsuza kadar sürmemesidir. Ancak iyi bir hafızaya sahipseniz, o güzellikler anılarınızla beraber hep sizinle sonsuza kadar kalacaktır.
Zamanla kaybetmek yerini güzel hatırlamaya bıraktı. Şimdi geriye baktığımda, onu adımı hatırlamayan haliyle değil; sabah kahvaltıda hazırladığı sıcacık gözlemelerle hatırlıyorum. Evinde oynadığımız oyunlar, bize kızdığında çatılan kaşları, en sevdiği dondurma, Karadeniz siniriyle balkondan attığı süt kutuları, sımsıkı sarılması anı hazinemin en güzel köşesinde. Onu hâlâ çok özlüyorum ama gülümsemesini unutmuyorum.
Hayat, sevdiklerimizi aramızdan alırken bile onlara ait güzel şeylerin bizimle kalmasını sağlıyor. Yeter ki biz o güzelliklere sarılmayı bırakmayalım.
Canım kalbine kalemine sağlık bir anneanne ancak böyle sevgi dolu
satırlarla anlatılabilir çok öpüyorum