The Blacklist Felsefesi: Düşmana Sığınılır mı?

tarafından
Ekim 16, 2025
görülme

2013–2023 yılları arasında yayınlanan, türünün efsanelerinden biri olan suç dizisi The Blacklist’e birçoğunuz aşinasınızdır. Başrollerinde azılı bir suçlu ve ağır sabıkalı olarak tanımlayabileceğimiz Raymond Reddington ile FBI ajanı Elizabeth Keen’in yer aldığı dizi, hem senaryo kalitesi ve özgünlükleriyle hem de iyi oyunculuklarıyla uzunca bir süre takdir toplamayı başarmış bir iş. Bugün, 10 sezon boyunca izleyicisini ekrana kitleyen bu diziye (spoilersız şekilde) insan ilişkilerini irdeleyen bir pencereden bakacağız.

Hayatına Red’in girmesiyle hayatı altüst olan Lizzy (Elizabeth), hem inandığı her şeyi ve tanıdığı herkesi hem de kendi kimliğini ve yaşamını sorgulamaya başlar. Zihninde tamamen nefret ve öfke gibi negatif duyguların merkezine konumlandırdığı Raymond Reddington ile işi gereği ve “iyi bir amaç uğruna”, ayrıca zorunda kalarak birlikte çalışmaya başlayınca bazı sarsıntılar yaşadığı görülür.

Her ne kadar profesyonel ve sert duruşunu korumaya çalışsa da, zamanla hem artan aşinalık hem de Reddington’un ona zaafını açıkça göstermesi nedeniyle aralarında istemsiz bir bağ oluşmaya başlar. Senelerdir aranan bir ismi olması sayesinde FBI’a çok sağlam bir bilgi ağı ve birikimi sağlamasının bir sonucu olarak Red, Lizzy’nin gün geçtikçe hep çok yakınında bulunmak zorunda kaldığı, iletişimini kesemediği biri hâline dönüşür.

Tabii durum, bununla da kalmıyor. Zaman içinde, maruz kaldığı, koruyup kollayan ve şefkatli tavırlar istemese de karakterimizi etkiliyor. Yıkmak istemediği duvarları yıkılıyor ve bir noktada kendini, Reddington’u anlar, hatta kendisini de onun tarafından da anlaşılmış hissederken buluyor.

Elbette bu gelgitli bir ilişkidir. Sayısız kavga ve sayısız yol ayrımları barındırıyor. Ancak geriye, her ne olursa olsun kopamayan, yan yana durması gereken ve en önemlisi birbirlerine güven duyan, aidiyet hisseden iki insan kalıyor. Peki, yazının başlığına dönelim: Düşmana sığınılır mı? Teoride cevabı ”hayır” olan bu soru, bu senaryoda karşı konulamaz bir ”evet”e dönüşüyor. Çünkü Lizzy, hem bazı gerçeklerle hem de hayatı keskin sınırların içinde yaşayamayacağı fikriyle yüzleşiyor. Üstelik bunu kabullenmesi, tahminlerimizin aksine epey zaman almadan ve biraz kolaylıkla gerçekleşiyor.

Bunun sebebi oldukça açıktır. Dizideki karakterler tıpkı gerçek hayattaki insanlar gibi karmaşık, değişip dönüşebilen ve en önemlisi türümüzün en güçlü ve ayırt edici özelliği olan adaptasyon becerisine sahip kişilerdir. İnsan, alışma gücü sayesinde hayatta kalan bir canlıdır. Aslında insan, bunu ne kadar iyi yaparsa o kadar derinleşir ve çok yönlü bir hâle gelir. Bu nedenle, normalde kaçılması gereken bir figür olan düşmana sığınmak gibi oksimoron bir ifade, gerek kurguda gerek gerçek hayatta gerçekliğe dönüşebiliyor. Siz ne dersiniz? Siz hiç bir Raymond’a rastladınız mı?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.