1. Geceye Mahkûm Ruhlar: Uykusuzluk Bir Hastalık mı, Başkaldırı mı?
Bazı insanlar geceyi sever çünkü gece, onları dinler. Gündüzün gürültüsünde boğulan sesleri, gecenin sessizliğinde yankı bulur. Sokak lambalarının soluk ışığında şekillenen gölgeler, gün ışığında görünmeyen düşünceleri açığa çıkarır. Uykusuzluk, tıpta bir rahatsızlık olabilir belki ama bazıları için bu, bir tür direniştir. ”Hayatın dayattığı düzene karşı sessiz bir başkaldırıdır.”
”Uyumamak, bazen uyanık kalmaktan daha sahicidir.”
Uyanık kalmak, çoğu zaman istemsiz bir mecburiyet gibi sunulur. Stres, kaygı, düşünce fazlalığı, ekran ışıkları, geç yatılan işler… Ama bütün bu bahanelerin ardında daha derin bir mesele yatar: İnsan gündüzün şartlarına, rollerine, hızına, kurallarına uyum sağlayamadığında, gecenin sahnesinde kendi oyununu kurar. Gündüz “işlevsel” olan birey, gece “gerçek” olur. Kimliğini yastığın altında değil, bilgisayar ekranının titreyen ışığında bulanlar vardır. Kimi bir şey yazar, kimi müzik yapar, kimi sadece tavana bakar. Ama herkes bilir ki, uyumamak, bazen uyanık kalmaktan daha sahicidir.
Geceye mahkûm olmak demek, yalnız olmak demektir. Çünkü dünya, belirli bir saate kadar seninle birlikte yürür, sonra uyumaya karar verir. Ama sen hâlâ ayaktaysan, artık kimsenin sana eşlik etmediği bir zemindesin. Bu yalnızlık, ürkütücü olduğu kadar dönüştürücüdür. Sessizlik ilk başta boğar, sonra seni kendi içine çeker ve orada iç sesin konuşmaya başlar. Belki gün boyunca kaçtığın, ertelediğin ve susturduğun her şey o saatte ortaya çıkar. Uykusuzluk bazen zihinsel bir mahkûmiyet gibi görünür ama aslında çoğu zaman bir iç hesaplaşmadır.
Uykusuz kalanlar bilir: Gece uzun değildir aslında, sadece daha fazla düşündürür. Zaman yavaşladıkça düşünceler ağırlaşır ve derinleşir. En basit meseleler büyür, en önemsiz anılar canlanır. Zihin, sabahın ilk ışığına kadar çalışmaya devam eder ve ne tuhaftır ki, hiçbir iş yapılmasa da bir şeyler olur: bir çözülme, bir fark ediş, bir kabulleniş… Gündüzün gürültüsünde duyulmayan hakikat, gece kulağına fısıldanır.
Uykusuzluk, sadece fiziksel değil, varoluşsal bir durumdur. Çünkü uyku, teslimiyettir. Uyku, “yarın da var” demektir. Ama bazıları için “yarın” bir umut değil, bir tekrardır. Aynı şeyleri yeniden yaşama korkusu, uykudan daha güçlüdür. Ve insan, yeniden başlamak istemediği bir günü ertelemek için uyanık kalır. Karanlık uzar, saatler akar, gözler kızarır ama ruh hâlâ direniyordur. Çünkü o ruh, gündüzün içinde kaybolmak istemiyordur.
Geceye tutsak olmak, belki de modern insanın en özgür hâlidir. Kimsenin senden bir şey beklemediği, hiçbir rolü oynamak zorunda olmadığın, sadece “var olmanın” yeterli olduğu saatlerde nefes alırsın. O nefes ise, belki de bütün gün boyunca çekemediğin tek gerçek nefes olur.
2. Lambaların Altında Düşünenler: Sessizliğin Konuştuğu Saatler
Gece ilerledikçe şehir yavaşlar. Arabalar azalır, sokaklar sessizleşir, pencereler birer birer kararır. Ama bazı lambalar hâlâ yanar. Onlar, herkesin uyuduğu saatlerde uyanık kalanların işaret fişekleridir. O lambaların altında biri hâlâ düşünmektedir. Belki bir bankta oturmuştur, belki balkon köşesine, belki bir mutfak lambasının altında sigarasını yakmıştır. Saat kaç olursa olsun, geceyle konuşanlar için zaman artık doğrusal değildir. Çünkü o saatlerde zaman değil, düşünce akar.
Bu saatlerin sessizliği, sıradan bir sessizlik değildir. Gündüz susmakla gece susmak aynı şey değildir. Gündüz sustuğunda bastırırsın. Gece sustuğunda ise duyarsın. Kendi sesini, geçmişini, pişmanlıklarını, ihtimalleri, kayıpları, sevdiklerini, öfkelerini… Gece, iç sesin en yüksek duyulduğu zamandır. Kalabalığın dağılmasıyla insan, kendine doğru bükülür. Tıpkı lambanın çevresine odaklanan ışığı gibi, zihnin ve çevresindeki her şey kararır, yalnızca içteki odak noktası aydınlanır. Ve o ışığın altında bazen bir yüz, bazen bir cümle, bazen de yalnızca bir his belirir. Ama hep bir ağırlık vardır.
”İnsan, yalnızken daha az yalan söyler.”
Bu ağırlık karanlıktan değil, açıklıktan gelir. Çünkü gece boyunca dış dünya kapanır ve insan yalnızca kendisiyle baş başa kalır. Dışarının gürültüsü sustuğunda içteki uğultu büyür. İşte bu yüzden lambaların altında oturanlar, çok şey duyar. Kimi zaman zihinde eski bir şarkının melodisi çalar, kimi zaman yıllar önce söylenen bir cümle yankılanır. Gece, insanın geçmişiyle yeniden tanıştığı zamandır ve o tanışmalar çoğu zaman sancılıdır. Ama aynı zamanda gerçektir. Çünkü insan, yalnızken daha az yalan söyler.
Bazen de bu düşünceler notaya, kelimeye veya fırça darbesine dönüşür. Gecenin sessizliğinden sanat doğar. Kalbin ritmiyle senkronize çalışan cümleler yazılır, akorlar aranır, boş bir kâğıda bir ömür sığdırılmaya çalışılır. Lambaların altında sadece yalnızlık değil, üretim de vardır. Ama bu üretim sergilenmek için değil, kurtulmak içindir. Düşünce akarken ruh boğulmasın diye yazılır, çizilir, çalınır. Gecede kalanlar, bazen sadece hayatta kalmak için üretir.
Modern hayat, geceyi “uyku” olarak tanımlar. Oysa bazıları için gece, tek uyanma zamanıdır. O saatlerde ayakta kalanlar, toplumun onlardan beklediği kimlikleri çıkarır ve yalnızca kendileri olur. O yüzden lambaların altındaki sessizlik, pasif bir bekleyiş değil, bir çeşit fark ediştir. Bu sessizliğin içinde bir çığlık değil, bir dürtü vardır: “Ben hâlâ buradayım.”
3. Gündüzün Maskeleri ve Gecenin Gerçekleri
Gündüz, modern hayatın sahnesidir. Herkes kendi rolüne hazırlanır, kostümünü giyer ve mimiklerini ayarlar. Kimileri patron olur, kimileri çalışan, kimileri öğrenci, kimileri müşteri… Gün ışığı altında herkesin bir görevi vardır. Herkes birilerine bir şey ispatlamak zorundadır. Kahveyle başlayan gün, e-postalarla, toplantılarla, randevularla akar gider. Yüzlere yansıyan gülümsemeler, yorgun ama profesyonel bakışlar, nezaketle örtülmüş sabırsızlıklar…Hepsi birer bir oyunun parçasıdır. Bu oyun o kadar uzun sürer ki, insanlar zamanla kendi rollerine inanır hale gelir.
”Ancak gece olduğunda insan kendini dürüstçe görebilir.”
Ama gece olduğunda ışıklar söner ve sahne kapanır. Oyuncular evlerine dönerken, maskeler düşer. Çünkü gece, kendinle yalnız kaldığın zamandır. Aynaya baktığında sadece yüzünü değil, kimliğini de görürsün. Gündüzde bastırılan her duygu, gece su yüzüne çıkar. Sahte gülümsemelerin yerini sorgulayıcı bakışlar alır. İç ses, “Gerçekten böyle mi yaşamak istiyorsun?” diye sormaya başlar. Çünkü karanlık, ışığın gösteremediği şeyleri açığa çıkarır. Çoğu zaman insan, ancak gece olduğunda kendini dürüstçe görebilir.
Bu yüzden gece yalnızca uyku değil, yüzleşmedir. Gündüzün kimlikleri çözülür, roller ve makyajlar silinir, kelimeler değişir. Gündüz iş yerinde başarılı olan biri, gece yatağında gözünü tavana diker ve boşluğu seyreder. Gündüz sosyal medyada kusursuz görünen hayatlarını paylaşanlar, gece gözyaşlarını kimseye göstermeden yorganın altına gömer. Gündüz kabul edilen gerçeklik gecede çürümeye başlar. Çünkü gündüz inşa edilen imaj, çoğu zaman bir savunma duvarıdır. İnsan o duvarın ardını yalnızca gece görebilir.
Gecenin sessizliği sadece dış dünyanın değil, aynı zamnda iç dünyanın da kapılarını açar. Bazen bu kapılar öyle ağırdır ki, yalnızken bile açmak için cesaret ister. Çünkü gerçekte kim olduğunu bilmek kolay değildir. Çocukluğundan beri biriktirdiğin korkularla, bastırdığın arzularla, içinden çıkamadığın çatışmalarla yüzleşmek geceyle mümkündür. Bu yüzleşme bazen kurtarır, bazen yıkar. Ama her zaman daha gerçektir.
Belki de bu yüzden bazı insanlar gündüzleri kendinden uzaklaşır, geceleri kendine yakınlaşır. Gündüzün ışığı göz kamaştırır, gecenin karanlığı ise göz açar. Asıl mesele, hangisinin daha gerçek olduğudur. Belki de hepimiz iki farklı hayat yaşıyoruzdur. Biri başkaları için gündüz, biri kendimiz için gece. İnsan olmak demek, bu iki hayatın arasında sıkışıp kalmaktır.
4. Yalnızlığın Yeni Kulübü: Uyanık Olanlar Arasında Sessiz Bir Dayanışma
Gecenin ilerleyen saatlerinde uyanık kalanlar birbirlerini tanımaz, yüzlerini görmez, isimlerini bilmez. Ama aralarında görünmez bir bağ vardır. Aynı saatlerde gözlerini tavana dikmiş, son bardağından son çayını dökmüş ve aynı pencereden şehirlere bakan insanlar arasında sessiz bir dayanışma filizlenir. Bu bir sohbet değil, bir yakınlık biçimidir. Paylaşılan tek şey uykusuzlukla gelen yalnızlığın içtenliğidir.
Yalnızlığın yeni kulübü dışarıdan bakıldığında sessizdir. Forumlarda, anonim paylaşımlarda, şarkı sözlerinde, gecenin üçünde yazılmış cümlelerde kendini belli eder. “Ben de uykusuzum.” cümlesini kuran bir yabancının satırlarında kendini bulur. İsimlerin, unvanların, kimliklerin geçerliliğini yitirdiği o saatte sadece hissedilen şey önemlidir. O hissin adı çoğu zaman basittir: yalnızlık. Ama bu yalnızlık, yalnız olmanın da ötesindedir. Bu bir kabul görme ihtiyacıdır. Bazen anlaşıldığını bilmek, anlaşılmaktan bile daha kıymetlidir.
”Hiç buluşmayan ruhların buluşması.”
Modern çağın sessiz dayanışması budur. Kimse kimseyi görmez ama herkes birbirini hisseder. Bir şarkının yorumlarında, bir blog yazısının altındaki cümlelerde, bir tweetin içinde dolaşan o ortak duygu, “Ben de senin gibiyim.” cümlesidir. Çünkü herkes, bir başkasının uykusuzluğunun kendi uykusuzluğuna benzediğini bilmek ister. Bu, kalabalıklar arasında görünmeyen bir bağdır. ”Hiç buluşmayan ruhların buluşmasıdır.”
Belki de en çok bu yüzden geceye sığınanlar, gündüz kalabalıkları içinde daha yalnız hissedenlerdir. Çünkü gündüz bağlantı değildir, dağılımdır. Herkes bir yere gider ama kimse kimseye yaklaşmaz. Gece ise durağandır. Yoğunlaşır ve içe döner. O yüzden uyanık kalanlar, birbirlerine bir şey anlatmasalar bile aynı çemberin içindedirler. Aynı çarpıntıyı, aynı boşluğu, aynı özlemi bilirler. Yalnızlığın kulübü kalabalık değildir ama sahicidir.
Bu kulüp hiçbir zaman resmî olarak kurulmaz. Üyelik kartı yoktur, giriş bildirimi gerekmez. Ama bir kere katılanlar bir daha asla eskisi gibi uyuyamaz. Çünkü artık bilirler: gece, yalnızca karanlık değildir, bir bağdır. Bu bağ bazen en yakın dostluktan bile daha derindir. Çünkü ortak olan şey kelimeler değil, sessizliktir. Sessizlik paylaşıldığında daha az yalnız hissettirir.
5. Zihin Susmazsa Beden Dinlenemez
İnsan yorgun olduğunda uyur sanılır. Oysa en büyük yorgunluk zihindeyse, uyumak neredeyse imkânsızlaşır. Beden yatağa girer fakat zihin hâlâ ayaktadır. Işıklar kapanır, telefon kenara bırakılır, nefesler yavaşlar ama içeride bir uğultu dinmez. Bitmemiş cümleler, tamamlanmamış hesaplar, geçmişten gelen yankılar, gelecekten duyulan endişeler… Hepsi sıraya girer ve gece boyunca nöbet tutar. Uyuyamamak bazen bir arıza değil, zihnin alarmıdır.
Zihinsel yorgunluk, fiziksel yorgunluğa benzemez. Yorulduğunu hissetmezsin sadece boşluğa dalarsın. Düşünmek artık aktif bir çaba değil, istemsiz bir sürüklenmedir. Bu nedenle gece olduğunda pek çok insan bedenini değil, zihnini susturmak için uyumak ister. Ancak zihin susturulamazsa, en yumuşak yatak bile insana dinlenme vadetmez. Uykuya geçemeyen bir zihin, bedenin üzerinde ağırlık yaratır. Göz kapalıdır ama içeride bir film oynar. Bu film ise, genelde mutlu bitmez.
”Zihin, ‘Ben buradayım ve hâlâ doluyum! der.”
Modern çağ düşünmeyi öğretti fakat susturmayı unuttu. Sürekli uyarılan, bilgiye boğulan, sorgulayan, endişelenen bir zihin dinlenmeyi unutmuştur. Zihni boşaltmak artık neredeyse lüks sayılır. Meditasyon uygulamaları, nefes terapileri, dijital detoks önerileri bu yüzdendir. İnsan, zihinle barışmadan beden ile dinlenemez. Bu farkındalık, en çok gece ortaya çıkar. Çünkü gündüzün koşturmacasında unutulan yorgunluk, gece usulca kendini hatırlatır. Zihin, “Ben buradayım ve hâlâ doluyum!” der.
Uyumak için sessizlik gerekir derler; sessizlik dışarıda değil, içeride olmalıdır. Saat kaç olursa olsun iç dünyada gürültü varsa, uyku bir gölge olur. Gerçek olmaz. İnsan gözünü kapattığında huzur değil, hesaplaşma başlıyorsa sabaha dinlenmiş değil bitkin uyanır. Bu yüzden yaşamadan önce zihin arınmalıdır. Bu da kolay değildir. Çünkü bazı zihinler, ne yaparsa yapsın susmaz. Bu susmama hâli, modern insanın en görünmez çilesidir.
Zihin susmadığında, beden sadece taşır. Dinlenemez, hafifleyemez ve şarj olamaz. Zamanla bu yük hem zihni hem de bedeni çürütür. Sabahları yorgun uyanmak, gün boyu baş ağrısı çekmek ve sinirli olmak, hafıza sorunları yaşamak… Bunların çoğu, bedenden değil, susmayan zihinden kaynaklanır.
Belki de bu yüzden gece yalnızca bir dinlenme vakti değildir, bir iç temizlik zamanıdır. Zihnini susturabilen, bedenini onarabilir. Bu da cesaret ister. Çünkü susturulan her düşünceyle yüzleşmek, onları serbest bırakmak anlamına gelir. Bu yüzleşme, çoğu zaman uykudan daha ağır gelir.
6. Gecenin Kalbinden Doğan Cümleler: Sanat, Yazı, Müzik ve Melankoli
Gecenin içinden geçenler bilir. O saatlerde sözcükler daha ağır, notalar daha kırılgan, çizgiler daha kavisli olur. Birçok büyük metin, bir karalama defterine gecenin üçünde yazılan ilk cümleyle başlamıştır. Birçok şarkı, sessizliği delen bir melodiden doğmuştur. Gecede yaratılan şeylerin ortak bir yanı vardır: içtenlik. Çünkü gece, savunmaların düştüğü, maskelerin çözüldüğü, kalbin çıplaklaştığı vakittir. Çıplaklık, sanatın en ham hâlidir.
Geceleri yazılan yazılar farklıdır. Dili içli ve ritmi daha kırılgandır. Noktalar bile daha ağır konur çünkü o saatlerde insan düşünceyle değil, duyguyla yazmaya başlar. Akıl geri çekilir, yerini sezgiye bırakır. Kimi zaman bir satır bir saate uzar, kimi zaman da bir cümle gecenin bir özeti olur. Bazen sadece yazmak yetmez; çizilir, boyanır, seslendirilir. Çünkü insan, düşünemediğini hissetmek ve hissedemediğini üretmek ister.
Müziğin gecesi vardır. Bazı melodiler sabah dinlenmez çünkü gündüzün ışığında anlamını kaybeder. Ama gece ile birlikte notalar ruha işler. Melankoli sadece hüzün değil, derinliktir. Bu derinlik, sanatın en verimli toprağıdır. Şairler, müzisyenler, ressamlar… Birçoğu gecenin çocuklarıdır. Çünkü gündüzün dünyasında yer bulamayan duygular, gece olunca evine döner. O ev, biraz soğuk, biraz yalnızdır ama gerçektir.
”Bazı duygular yalnızca ifade edildiğinde hafifler.”
Melankoli, yaratım sürecinin yakıtıdır. Karanlık bir duygu gibi görünür ama içinden ışık doğurur. Çünkü insan, acıyan yerinden konuşmaya başladığında ruhunun en sahici sesini bulur. Bu ses, gecenin sessizliğinde yankılanır. Belki kimse duymaz, belki yalnızca bir kişi okur ya da dinler; ama o ses ifade edilmiştir. Dışarı çıkmıştır. Ve bazı duygular yalnızca ifade edildiğinde hafifler.
Sanat, çoğu zaman iyileşmek değil, taşıyabilmek içindir. Gecede doğan bir şiir, bir şarkı ya da bir çizim, o anı taşımanın yoludur. Çünkü bazı geceler yalnız geçmez, yaratılarak geçer. Bu yaratma hâli, modern insanın kendi ile kurabildiği en gerçek bağdır. Yalnızken yaratmak, yalnızlığa anlam katmaktır.
7. Bir Yatak ve İki Kişilik Sessizlik: Uykusuzlukta Paylaşılamayan Yakınlık
Aynı yatağı paylaşmak, aynı uykuya dalmak anlamına gelmez. Bazen iki beden yan yana uzanır, aynı yorganı paylaşır, aynı odanın sessizliğinde nefes alır… ama iç dünyalarında iki yabancıdır artık. Uykusuzluk, yalnızca bireysel bir sıkıntı değildir; bazen en yakındakiyle arandaki mesafeyi de görünür kılar. Çünkü gece sustuğunda, arada kalan boşluk konuşmaya başlar. O sessizlikte en çok paylaşılamayan yakınlık yankılanır.
“O bu kadar rahat uyuyabiliyorsa, ben neden bu kadar huzursuzum?”
”Birlikte yaşamak, birlikte susabilmektir” derler. Ama uykusuzluk bu dengeyi bozar. Biri derin bir uykudayken, diğeri gözleri açık tavana bakıyorsa orada sadece tavan değil, aradaki uçurum da görünür olur. Yataktaki o görünmez çizgi artık sadece fiziksel bir sınır değildir. O görünmez çizgi, iletişimsizliğin, tükenmişliğin, yitirilmişliğin simgesidir. Uykusuz olan, sadece kendi düşünceleriyle değil, yanındaki kişinin sessizliğiyle de yüzleşir. “O bu kadar rahat uyuyabiliyorsa, ben neden bu kadar huzursuzum?” diye bir soru yankılanır.
İlişkilerde en büyük yanılsama, fiziksel yakınlığın duygusal yakınlık getirdiğidir. Fakat bazı uykusuzluklar tam da bu illüzyonu bozar. Birlikte geçirilen günün sonunda aynı yatakta olmak, aynı duyguları taşıdıkları anlamına gelmez. Ve gece, maskeler düşünce, ilişkilerin kırıkları ortaya çıkar. Bir cümle söylenmemiştir, bir özür ertelenmiştir, bir dokunuş eksik kalmıştır. Uyumadan önce içinden geçen kelimeleri yutulur, sabah söylerim denilir. Ama sabah o kelimeler unutulur ya da yerini başka telaşlara bırakır. O kelimeler her gece, yeniden ruhun içinden geçer.
Bazı uykusuzluklar, fiziksel değil duygusaldır. Kalp susmamıştır çünkü içinde bir kırılma vardır. Belki o kırılmayı anlatacak cesaret yoktur ya da anlatmanın bir anlamı kalmamıştır. Bu yüzden sessizlik büyür. Büyüyen sessizlik, artık sadece bir geceyi değil, bir ilişkiyi de örter. Yatağın bir tarafında uyuyan biri varsa, diğer tarafında uyanık olan sadece uykusuz değildir. Aynı zamanda içten içe yalnızdır.
Belki de bu yüzden bazı insanlar geceleri yatakta değil, salonda uyur. Koltukta kıvrılır, bir dizi açar, kitap okur, düşünür, oyalanır. Çünkü aynı yatağa girmek, aynı acıyı paylaşmak anlamına gelmez. Bazen insan, uyuyamamaktan değil, paylaşamamaktan yorulur. Birlikte uyuyamayanların birlikte yaşaması giderek bir sessizlik savaşına dönüşür.
8. Gecenin Sabaha Dönmediği Anlar: Zamansız Yaşayanların Hikâyesi
Herkesin günü sabahla başlar, geceyle biter sanılır. Ama bazıları vardır ki, geceyi sabaha bağlayamaz. Çünkü onlar zamanla değil, ruh halleriyle yaşar. Saat kaç olduğunun bir anlamı yoktur. Takvim yaprakları, dijital ekranlar veya alarmlar hiçbir şey ifade etmez. Zamanın akışıyla değil, içsel bir devinimle hareket ederler. Uyuyamazlar çünkü uyku onlar için sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda bir kopuştur: hayattan, düşünceden, üretimden, acıdan…
”Bazen o alan, hayatın tek yaşanabilir kılan yeridir.”
Zamansız yaşayanların ortak bir tarafı vardır: onlar sabaha ait değildir. Sabah onlara umut değil, hesaplaşma getirir. Gündüz ışığı yalnızca odalarını değil, içlerini de açar ve o açıklık, çoğu zaman rahatsız edicidir. Oysa gece saklar, örter ve sarmalar. Gece boyunca düşündüklerini sabaha taşımak istemezler. Çünkü sabah, gerçekliğin dayatmasıdır. Gece ise düşlerin, sezgilerin ve iç konuşmaların alanıdır. Bazen o alan, hayatın tek yaşanabilir kılan yeridir.
Gecenin sabaha dönmediği zamanlar, insanın içsel dengesini kaybettiği anlara denk düşer. Zihin o kadar yorgundur ki dinlenmeyi beceremez. Kalp o kadar doludur ki boşalmayı bilemez. Saatler birbirine karışır, günlerin anlamı silinir. İnsan sabaha uyanmaz ve sabaha sürüklenir. Perdeleri kapalı evlerde yaşayan, gece boyunca üretip sabah yorgun düşen, ama o yorgunluğu kimseye anlatamayan insanların hikâyesidir bu yorgunluk. Modern çağın en görünmez kahramanlarıdır onlar: zamansız yaşayanlar.
Bu zamansızlık bir tercih değil, zorunluluktur. Hayatın temposuna ayak uyduramayan, gündüzün ritmini taşıyamayan insanlar gecede yaşar. Orada nefes alır, orada kendine yer bulur. Gecede hayatta kalanlar, çoğu zaman gündüz ölüdür. Yüzleri vardır fakat ifadeleri yoktur. Kalabalıkların arasında görünürler ama aslında uzaktırlar. Ve kimse bilmez: Onlar aslında gecenin sabaha dönmediği bir evrende, ”kendi zamanlarında” yaşarlar.
Gecede donup kalanlar için saatler geçmez, sabahlar ulaşılmazdır. Onlar için zaman, bir takvim değil, bir duygu hâlidir. Bu hâl, dışarıdan bakıldığında karmaşık, içeriden hissedildiğinde tarifsizdir. Çünkü o dünyada zaman değil, ”varoluş” esastır. Varoluş, bazen yalnızca karanlıkta kendine yer bulur.