Siyaset biliminde antik siyaset düşüncesi akla geldiği zaman, ilk biçimlendirici aktör olarak Yunan kent devletleri ön plana çıkmaktadır. “Polis” şeklinde anılan bu yapılar sadece birer yönetim modeli sunmakla yetinmemiş, aynı zamanda kuramsal tartışmalarla da siyaset biliminin temel kavramlarını geliştirmeyi başarmıştır. Roma’ya gelindiğinde ise siyaset anlayışı, bu kuramsal zemin üzerine doğrudan inşa edilmektense, büyük ölçüde Yunan mirasının bir sentezi niteliğinde gün yüzüne çıkmayı başarmıştır. Romalı yazarların teoriye yaklaşımı, soyut düşünsel evrenlerden ziyade günlük siyasi pratiklere odaklanmış; “mutlak doğrular” ya da idealler konusunda kapsamlı bir sistematik üretmekten uzak kalmıştır.
Romalıların bu pratik odaklılığı, kurumsal sürekliliği korumayı amaçlayan bir zihniyetten kaynaklanır. Senatonun kararları, halka açık meclislerin düzeni ve hukukun işlerliği, idealden ziyade işe yarayabilirliğe, stabiliteye ve utilitas publica[1] kavramına dayandırılır. Dolayısıyla dönemin siyaset içerikleri üreten yazarları, siyasi teorilerin soyut katmanlarında dolaşmak yerine, hukuki normlar ve meşruluk zeminini korumaya öncelik vermişlerdir. Ayrıca bu yazarların büyük çoğunluğunu mensup oldukları senatör sınıfının günbegün yönetime dair deneyimi, onların tartışma zeminini daha çok günlük meselelerle sınırlamıştır; bu da özgün bir kuram üretme iddiasını zayıflatmak durumunda kalmıştır.
Roma’yı sarsan iç savaşlar dönemi, mevcut doktrinlerin dayanıklılığını test etmiştir. Marius–Sulla çekişmesiyle başlayan süreç, Caesar’ın suikastı ve Octavianus–Marcus Antonius mücadelesiyle doruğa ulaşmış; yaralı Cumhuriyet, kurumsal krizler ve güç boşluklarıyla sınanmıştır. Mevcut hukuki düzen ve geleneksel erk paylaşımı başarıyla muhafaza edilemeyince, Romalı düşünürlerin elinde yeni öneriler sunacak sistematik politika kuramları bulunmadığı gün yüzüne çıkmıştır. Sahada birikmiş pratik reçeteler, sosyo-politik çalkantılara karşı yetersiz kalmış; sırf geleneksel kurumlara atıf yapan yaklaşımlar, kişisel iktidar mücadelelerinin ve toplumsal çalkantıların önüne geçmeyi başaramamıştır.
İşte bu boşluğu doldurmak üzere Romalı yazarlar, özellikle Eti̇k ve siyasi meselelerde Stoacılık, Platonculuk ve Epikürcülük gibi Yunan okullarından seçtikleri kavramları bir araya getirerek eklektik bir çizgi benimsemişlerdir. Cicero, politik erdem kavramını işlerken Stoacı ahlak anlayışıyla peripatetik[2] düşüncenin biçimlendirdiği “ortayol” vurgusunu birlikte kullanır; bu sayede kuramsal derinlikten ödün vermeden pratiğe yakın bir doktrin sunmaya çalışır. Ancak bu sentez, bağımsız bir Roma ekolünün temellerini atmak yerine, var olan Yunan fikirlerinin yeni bir bağlamda tekrar sunulması işlevi görmüştür.
Güney İtalya’da, MÖ 6. yüzyıldan itibaren kurulan Yunan kolonileri ise, bölgenin siyasî ve kültürel dokusunu kökten etkilemeyi başarmıştır. Ticaret yollarıyla akın akın akan mal ve fikirler, yerel elitleri Yunan felsefesi ve siyaset kuramıyla tanıştırmış; demokrasi, oligarklık ve aristokrasi modelleriyle tanışan İtalyan topluluklar, bu öğretileri kendi gelenekleriyle harmanlamıştır. Böylece Roma’nın yükselişi öncesi dönemde, Yunan politikasının formel kuralları ve töreleri, İtalyan anakarasında da prestij kazanmış; sonraki Roma pratiklerine entelektüel bir zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak, Roma siyasi doktrinleri ne tamamen bağımsız bir kuram üretiminin ürünü ne de salt bir pragmatist yaklaşımın tekil ifadesidir. Daha ziyade Yunan entelektüel mirasının uygulama odaklı bir simülasyonu olarak belirmiş, iç savaşların sarsıcı etkisiyle teorik açıdan dayanaksız kaldığı açığa çıkmış ve süregiden süreçte Magna Graecia[3]’nın mirasını taşıyan eklektik bir geleneğe evrilmiştir. Bu çok katmanlı etkileşim, Antik Çağ siyaset kültürlerinin zengin ve iç içe geçmiş yapısını kavramak için elzemdir.
[1] Latince “kamu yararı” ya da “toplumun çıkarı” anlamına gelir. Özellikle Roma hukukunda ve daha sonra siyaset felsefesinde, devletin ve yasaların nihai amacının toplumun genel refahını, düzenini ve güvenliğini sağlamak olduğu ilkesini ifade eder.
[2] Aristoteles’in öğrencileri tarafından Atina’daki Lykeion’da geliştirilen felsefe okulunu tanımlayan terimdir. Yunanca “yürüyen”, “gezinen” anlamına gelen περιπατητικός (peripatētikos) sözcüğünden gelir; Aristoteles’in ders verirken yürüyüş yapmasından dolayı bu adla anılmıştır.
[3] Antik Çağ’da, MÖ 8.–5. yüzyıllarda Güney İtalya ve Sicilya kıyılarında kurulmuş Yunan kolonilerinin bütününe verilen addır. İtalya’nın “büyük Yunanistan”ı anlamına gelir; bu bölge, Helen kültürünün İtalya’ya taşınmasında ve Roma kültürünün şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır.