İçki Şişesinde Biriken Günler: Zamanı Bekleyenler Manifestosu

tarafından
Eylül 25, 2025
görülme

1. Boş Bardakta Biriken Sessizlik

Barlar… Dışarıdan bakıldığında gürültülü, kalabalık, neşeli mekânlar. Ama içerideki bazıları için bambaşka bir anlam taşır: sessizliğin en yüksek sesle duyulduğu yerler. Bir barda yalnız oturan bir adamın önündeki boş bardakta ne kadar ses birikir, hiç düşündün mü? Camın içinde yankılanan iç konuşmalar, dökülmemiş kelimeler, boğaza takılıp yutulmamış cümleler… Sanki her kadeh, bir defterin boş sayfası gibi; ne kadar doldurursan doldur, yazılan hiçbir şey okunmaz.

Bu adamlar – ya da kadınlar – genellikle barın en köşesindedir. Ne garsonla gereksiz samimiyet kurarlar ne de yan masadaki muhabbetlere kulak kesilirler. Onlar zaten çoktan içeri değil, kendi içlerine oturmuşlardır. Bardaki sessizlik, şehrin uğultusunu bastırmaz ama içeride bir başka uğultu büyür: Düşüncelerin uğultusu. Birkaç yudumdan sonra hızlanan, sonra ağırlaşıp tekrar içine çöken düşünceler…

Bu sabitlikte sığınacak bir boşluk bulurlar.

Kimisi için bu sadece bir alışkanlık gibi görünür. Oysa çoğu için ritüel gibidir: Her gece aynı tabure, aynı içki, aynı saat… Çünkü başka hiçbir yerde sabit hissetmeyenler, bu sabitlikte sığınacak bir boşluk bulurlar. İnsan bazen bir yere ait olmak için değil, hiçbir yere ait olmamak için gider aynı yere. Herkesin adının unutulduğu, kimsenin kimseye sorular sormadığı o alanda, insan kendi sessizliğini içmeye başlar.

Barda konuşmalar olur elbette. Ama senin gözün bardağın içinde biriken son damladadır. Çünkü orada zaman durmuştur. O damla, günün son cümlesidir. Ertesi güne geçmeden önceki virgül. Ve sen o virgülde asılı kalmışsındır. Konuşsan da bir şey değişmeyecekmiş gibi… Sustukça içeride büyüyen o boşluk, aslında seni ayakta tutan tek şeydir. Çünkü bu sessizlik, seninle aynı dili konuşur.

Barlarda müzik çalar, televizyon sessizce bir şeyler gösterir, içeriden bir buz kırma sesi gelir… Ama senin içinde çalan şey başkadır. Bazen eski bir şarkı, bazen yarım kalmış bir vedadır o. Ve çoğu zaman sen bile neye içtiğini bilmezsin. Çünkü bu, bir sebeple değil, bir durumla içmektir. Hayatın kendiliğinden boğucu olması yeterlidir. Ve o an anlarsın ki: İnsan bazen ne susabilir ne konuşabilir; sadece içer.

Bu yüzden o boş bardakta biriken şey sadece alkol değildir. Orada birikir: günün yorgunluğu, geçmişin sızısı, geleceğin belirsizliği… Bazen bir yüz, bazen bir cümle, bazen sadece bir his… Her şey orada durur. Ve sen içtikçe, o bardak daha da boşalmaz; tam tersine, daha da dolar. Çünkü bazı boşluklar doldukça ağırlaşır.

2. Kadehlerde Ertelenen Hayatlar

Hayat, bazı insanlar için bir akış değil, bir bekleyiştir. Onlar bir işe, bir kişiye, bir çıkışa, bir tesadüfe tutunarak yaşamazlar; sadece beklerler. Ve bu bekleyişin en çok rastlandığı yerlerden biri, bir barın loş köşesindeki kadehtir. Kadehlerde yalnızca içki yoktur; içinde ertelenmiş bir sürü hayat vardır. Karar verilememiş adımlar, gidilmemiş yollar, söylenmemiş sözler ve hiç yaşanmamış ihtimaller… Hepsi o camda yavaşça döner.

Kimi için bu erteleniş bilinçlidir; hayatın kendisine biçtiği rolle barışmamaktır. Kimisi ise çoktan pes etmiştir ama henüz bunu itiraf edecek cesareti bulamamıştır. Bu yüzden aynı içki tekrar tekrar içilir; çünkü değişen bir şey yoktur. Zaman akar, insanlar değişir, mevsimler geçer ama içerideki adam, o aynı taburede oturur. Çünkü o kadehte, yapılmamış her şeyin, söylenmemiş her cümlenin ve yaşanmamış her ihtimalin yankısı vardır.

Yarın her şey değişecekmiş gibi yaşanmaz; aksine, hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi sürdürülür.

Kadehler bazen bir karar anına eşlik eder. Bazen de karar vermemenin kutlamasıdır. “Bugün de hiçbir şey değişmedi.” diye içilir. Yarın her şey değişecekmiş gibi yaşanmaz; aksine, hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi sürdürülür. Bu kısır döngü, bir kadehle daha kolay çekilir hâle gelir. Çünkü içki, zamanı esnetir. Bekleyişi anlamlı kılar. Ertelemenin yarattığı suçluluk hissini geçici olarak bastırır.

Çoğu insan sabahları uyanmak için kahve içer. Bu insanlar ise geceleri unutmamak için içer. Ertelenmiş hayatların unutturduğu ne varsa, hatırlamak istemeyenler içindedir o kadehin. İçki burada bir araç değil, bir zamandır. İçinde saklı bir anı, pişmanlık ya da kırgınlık değil; duran bir yaşam vardır. Çünkü kadeh sadece geçmişi yansıtmaz; gelecekten de vazgeçmenin simgesidir.

Ertelemek, bazen hayatı geciktirmek değildir. Bazen hayattan bilinçli bir kopuştur. Bazı insanlar bir şeyleri yaşamayı değil, yaşamamayı seçer. Çünkü yaşanacak her şey bir ihtimaldir; ama yaşanmayacak olan kesinliğin ta kendisidir. İşte bu yüzden o insanlar, kadehte biriken hayatları içtikçe, aslında yaşayabilecekleri her şeyi içeride sustururlar.

3. Yalnızlığın Cam Kenarındaki Versiyonu

Her barın bir cam kenarı vardır; dışarıyı izlemek için değil, içeriden kopmak için oturulur oraya. O cam, dış dünyayla aranda ince bir perde gibidir. Görürsün ama dahil olmazsın. İnsan kalabalığı akar gider; sen sabit kalırsın. Çünkü yalnızlık, herkesin gittiği yerin dışında, kimsenin uğramadığı iç duraklarda büyür. Camın ötesi senin için bir film şerididir; ne replik yazarsın, ne sahneye çıkarsın. Sadece izlersin.

Yalnızlığın bu versiyonu gürültüsüzdür. Sosyal medya gönderilerinde süslenen ‘yalnız takılmak’ türünden değildir. Bu yalnızlık, kimseyi aramamakla, aranmayı beklememekle, birinin seni merak etme ihtimalinin bile sana komik gelmesiyle ilgilidir. Bu yüzden cam kenarında oturmak bir tercih değil, bir zorunluluk gibi gelir. Çünkü diğer masalara ait değilsindir. O kahkahalara, sohbetlere, planlara… Senin bütün planların belirsizliktir, bütün sohbetlerin iç sesindir.

Barın dışında insanlar bir yerlere yetişmeye çalışır. İçeride sen, bir şeyin geçmesini beklersin. Ama neyin geçtiğini bilmezsin. Belki de hiçbir şey geçmez. Belki de zaman sadece uzar, seni esnetir, seni inceltir, seni çoğaltır. O cam kenarında yalnızlık, bir varoluş biçimi hâline gelir. Kimsesizlik değil bu. Daha derin bir şey: İçinde kalabalıkların bile seni bulamayacağı bir içsel tenha.

Bu da bir yalnızlık türüdür:

Bir yudum alırsın, dışarıdaki taksinin farı gözünü alır. Adam geçer, kadın geçer, çocuk ağlar, vapur ötüşü uzaktan duyulur. Ama bunların hiçbiri seni buradan çıkarmaz. Camın içindesindir artık. Bakıyorsundur ama hissetmiyorsundur. Bu da bir yalnızlık türüdür: Duyularınla var olup duygularınla yok olmak.

Belki de bu yüzden cam kenarları hep boştur. Çünkü çoğu insan yalnızlığını dışarı atmak ister; sen ise içeri almak istersin. Yalnızlıkla barışmak, onunla bir masa paylaşmak, ona bir içki ısmarlamak istersin. O içki her zaman bitmez. Bitse de yenisi gelir. Ama yalnızlık hep aynı kalır. Çünkü o artık seninle birleşmiştir. Camdan dışarı bakarken, aslında kendinin dışına bakıyorsundur.

4. Zamanı Beklemek: Ne Geldiğini Bilmeden

Bazı bekleyişler vardır, içinde bir hedef barındırmaz. Ne bir telefon çalacaktır, ne biri kapıdan içeri girecektir, ne de hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Ama insan yine de bekler. Çünkü beklemek, bazen yaşamanın yumuşatılmış hâlidir. Ve bar köşelerinde, gece yarılarını sessizce devirenlerde bu bekleyişin adı yoktur. Zamanı beklerler sadece. Ne geldiğini bilmeden, ne geçmesini umarak.

Kimi zaman saatler geçer, ama sen olduğun yerden bir milim oynamazsın. Dışarıda dünya değişir, içerideki şarkılar biter, garsonlar değişir belki ama sen aynı duruşta, aynı içkide kalırsın. Çünkü o anlarda insan için geçen şey zaman değildir; geçmeyen şeyin kendisidir. İçinden geçen bir geçmişin, üzerine çöken bir geleceğin ve adını koyamadığın bir şimdinin ortasında asılı kalırsın. Bu yüzden beklemek de bir direnç biçimidir. Hareket etmemek, hayatın itişine karşı durmaktır.

Zamanı beklemek pasif bir eylem değildir aslında. Bilinçli bir başkaldırıdır. Hiçbir yere yetişmemenin, hiçbir şeyi hedeflememenin, beklentisizliğin içine saklanmış sessiz bir manifestodur. Çünkü sistem herkese sürekli bir şeyler yaptırmak ister: plan kur, sabah kalk, işe git, kariyer yap, evlen, çocuk yap, tatile çık, geri gel… Ama bazıları tüm bu rutine tek bir şekilde karşı koyar: Hiçbir şey yapmayarak ve bekleyerek.

Zamanla erimek

Bu bekleyişin içinde umut yoktur, umutsuzluk da yoktur. Sadece belirsizlik vardır. Çünkü insan neyle karşılaşacağını bilmediği zamanlarda, bir tür hazırlıksızlığa razı olur. “Bir şey olsun” demez; “bir şey olmasın” da demez. Sadece zamanın geçmesine izin verir. Sanki her saniye, içindeki ağırlıktan küçük bir parça alıp götürüyordur. Ama aslında ağırlık azalmadığı gibi daha da görünmez hâle gelir. Çünkü zamanla yarışmak değil, zamanla erimek söz konusudur burada.

Bir garson yanına gelir, “başka bir şey ister misiniz?” der. Cevabın hep aynıdır: “Aynısından.” Çünkü bu cümle, değişmemeye dair verilmiş en sade karardır. Aynı kadeh, aynı duruş, aynı bekleyiş. Oysa içeride bir şey çürüyor olabilir. Belki bir ilişki, belki bir hayal, belki bir versiyonun… Ama çürümeye bile aldırmazsın artık. Çünkü zaman gelip seni alacaksa, nasıl olsa bulur. Senin tek işin burada kalmak. Ve sadece beklemek.

5. Ayıklığın Saldırısı ve Sarhoşluğun Tesellisi

Ayıklık, sanıldığının aksine bir duruluk hâli değildir her zaman. Bazen en ağır saldırı gelir zihnin ayık olduğu anlarda. Sarhoşlukla bastırılan ne varsa, ayıkken yüzeye çıkar. Geçmiş konuşur, gelecek tehdit eder, şimdi ise üstüne çöker. O yüzden bazı insanlar içkiyle kendini kaybetmek istemez; sadece kendini bulmamak ister. Çünkü bulmak, yüzleşmektir. Ve bazı yüzleşmeler, dayanılmayacak kadar gerçek, geçiştirilemeyecek kadar keskindir.

İnsanın unuttuğu şey bazen yük değildir; taşınamaz hakikattir.

Günün ayık saatlerinde beden hareket eder, iş yapılır, sorular cevaplanır. Ama gece çöktüğünde, yalnızlık sessizleşip kendi sesine büründüğünde, işte o zaman ayıklık saldırır. En sevdiğin şarkının anlamı ağır gelir. En çok güldüğün anılar, hüzün gibi oturur kalbine. Sarhoşluk ise bir zırh gibidir. Geçici, kırılgan ama işe yarayan bir zırh. En azından seni içeriden vurmaz o an. En azından bir süreliğine, gerçeklik yamulabilir. Saatleri eğip bükebilirsin. Zamanı unutabilirsin. İnsanın unuttuğu şey bazen yük değildir; taşınamaz hakikattir.

Bazı geceler vardır, ayık kaldığında zihnin sana oyun etmez; seni doğrudan mahveder. Tek bir cümle, tek bir bakış, tek bir sessizlik… Bütün duvarların yıkılır. İşte o an insanlar içki ister. Sarhoşluk değil aslında aradıkları; biraz fluluk, biraz uzaklık. Gerçeğin sert konturlarından sıyrılmak, duyguların çivili kapılarından geri adım atmak. Çünkü ayıklık seni hayata hazır etmez. Aksine, bazen seni hayata karşı savunmasız kılar. Ve savunmasız bir insan, en çok kendi içinden darbe yer.

İnsanların en kırılgan hâlleri çoğu zaman ayıkken ortaya çıkar. Çünkü kontrol oradadır. Bilinç açık, savunmalar düşmüş, duvarlar ince… Sarhoşluk bunları kalınlaştırır. Seni senden almaz ama seni biraz sende kaybettirir. Bu yüzden içki bazen kaçış değil, bir nefes aralığıdır. Savaş meydanında verilen kısa bir mola gibi. Sonra yine aynı gerçeklik, aynı hayat seni bulur. Ama en azından bir geceyi daha görece daha az yarayla atlatmış olursun.

Ayıklık bir zorunluluk gibi sunulur çoğu zaman. Akıl sağlığının şartı gibi. Oysa bazı akıllar, en fazla sarhoşken ayakta kalır. Çünkü düşünecek kadar güçlüdür ama hissettiklerini taşıyacak kadar kalın derili değildir. Bu bir zayıflık değil, bir duyarlılıktır. Bu yüzden sarhoşluk, bazılarımız için bir yıkım değil, bir sığınaktır. Gerçeğin tokadını yavaşlatan bulanık bir perde.

6. Gecenin En Ucunda Duranlar: Kaybolmanın Ruhu

Gecenin belirli bir saati vardır ki, şehir susar ama içindeki insanlar konuşmaya başlar. Trafik diner, dükkânlar kapanır, gürültü azalır. Ama bazı insanlar için o an, günün başlaması değil, kendi karanlıklarına daha da yaklaştıkları bir saat olur. Onlar gecenin en ucunda dururlar. Bir adım atsalardı sabaha ulaşacaklardır belki ama sabah onlar için bir hedef değil, kaçırılması gereken bir andır.

Gecede kaybolmak, gündüzde hayatta kalmaktan kolaydır bazen.

Bu insanlar, kaybolmanın ne demek olduğunu bilenlerdir. Kaybolmak, adres unutmak değildir. Kim olduğunu unutmak da değildir. Tam aksine, fazlasıyla kim olduğunu bilip onunla ne yapacağını bilememek hâlidir. Gecenin içinde sokak lambaları gibi yalnız yalnız yanarlar. Bazen bir barın loş ışığında, bazen bir sigara dumanının kıvrımında… Ama hep görünmezdirler. Çünkü görülmek istemezler. Görülmek, açıklama gerektirir. Oysa onlar, açıklanamaz olmayı tercih eder.

Kaybolmak bazen çok bilinçlidir. İnsan kalabalıktan kaçar, konuşmalardan sıyrılır, planlardan uzak durur. Çünkü her plan bir beklenti yaratır ve her beklenti bir hayal kırıklığına gebedir. Bu yüzden gecenin ucuna kadar yürürler. Orada ne başkası vardır, ne de yol sormak isteyen bir meraklı. Sadece kendisiyle baş başa kalmak isteyen bir ruh. Belki bir anlık aydınlanma, belki bir sonsuz karanlık arar. Ama her durumda, o anda var olmayı seçer. Gecede kaybolmak, gündüzde hayatta kalmaktan kolaydır bazen.

Birçok insanın “bu saatte dışarıda ne işi var?” diyeceği saatlerdir bunlar. Ama bazıları için en gerçek zaman dilimidir. Çünkü gündüz herkes rol yapar. Gece ise maskeler düşer. Ve o maskesizlik, bazıları için çekilmezdir. Ama gecenin en ucunda duranlar, bu maskesizliğe alışmışlardır. Hatta onu sahiplenmişlerdir. Çünkü orada, en çıplak hâliyle karşılarına çıkan kişi, yalnızca kendileridir. Ne kalabalıklar, ne de onay arayışları… Sadece kendini görmek, kendine katlanmak, kendine rağmen orada durmak.

Belki bir kaldırım taşına yaslanarak, belki bir bar taburesinde hafifçe sallanarak… Her hareketin içinde bir kararsızlık vardır. Gidip gitmeme arasında, kalıp kalmama arasında… Ama asıl mesele zaten seçim değil, seçimsizliktir. Gecenin en ucunda duranlar, hayatla ilgili karar vermezler. Hayat onların dışında gelişen bir hikâyedir artık. Onlar sadece izler. Sessiz, dikkatli ve uzak.

7. Yıkılmadan Çürümek: Sessiz İntiharlara Giriş

Bazı insanlar intihar etmez, ama yaşamaz da. Nefes alırlar, konuşurlar, yürürler; ama içlerinde bir şey çoktan iflas etmiştir. Bu bir ani çöküş değildir. Sessiz ve sistematik bir çözülmedir. Dışarıdan bakıldığında hâlâ ayakta görünürler, ama içlerinden parça parça eksilmişlerdir. Yıkılmadan çürümek, bu dünyanın en gizli, en yaygın hastalıklarından biridir.

Bu insanlar, hayata karşı doğrudan bir isyan içinde değildirler. Daha çok hayatla olan bağlarını gevşetmişlerdir. Güne başlamanın anlamını yitirmiş, plan yapmanın saçmalığını fark etmiş, yarının artık heyecan değil yük olduğunu içselleştirmişlerdir. Günler birbirine benzer. Mekânlar aynı, yüzler tanıdık, diyaloglar ezberdir. Her şey tekrar eder, ama içlerindeki canlılık bir daha dönmemek üzere çekilmiştir.

Boş bir varlık hâli

Çürüme, kendini hemen belli etmez. Bir sabah tıraş olmayı unutursun, bir gün telefona bakmazsın, bir akşam yemeği atlar, bir hafta duş almazsın… Bunlar minik sinyallerdir. Ama hepsi bir bütünün habercisidir. Zihnin yavaş yavaş sistemden çıkmaya başlar. Duygular körelir. Sevinç eksilir, öfke azalır, tutku susar. Geriye sadece boş bir varlık hâli kalır. Kimseye zararın yoktur. Ama artık kendine de faydan kalmamıştır.

Bu hâl, klasik anlamda depresyon değildir. Bu daha çok, hayatın fazla farkında olmanın yorgunluğudur. Her şeyin farkında olup hiçbir şeye müdahale etmemek, çürümeyi hızlandırır. Çünkü sistem dışı kalmışsındır artık. Görevini yerine getirmeyen bir dişli gibi, sessizce paslanırsın. Ve bu pas kimsenin dikkatini çekmez. Çünkü insanlar ancak çığlık atanı duyar, sessizce batanı değil.

Bazen çürüme bir korunma şeklidir. Duyarsızlaşarak, etkilenmeyerek kendini hayatta tutarsın. Ama uzun vadede bu duyarsızlık, seni varlığından da koparır. Artık ne üzülürsün ne sevinirsin. Ne beklersin ne isyan edersin. Sadece sürüklenirsin. İşte bu sürükleniş, görünmeyen bir intihardır. Tetik çekilmez, yüksekten atlanmaz, bilek kesilmez. Ama her gün biraz daha eksilirsin.

Ve çevrendekiler bunu fark etmez. Çünkü hâlâ işe gidersin, hâlâ sipariş verirsin, hâlâ cevap verirsin. Ama ruhun, çoktan geride kalmıştır. O yüzden çürüyen insanlara bakarken, onların ayakta duruşuna aldanmamak gerekir. Belki de o dik duruş, çöküşün en sessiz biçimidir. Çünkü bazıları yıkılmaz; onlar çürür. İçlerinden, kimsenin duymadığı yerden.

8. Bar Taburesinde Manifesto Yazmak

Her devrim büyük masalarda doğmaz; bazıları bar taburelerinde başlar. Terli bardak altlıklarının üzerinde, yarım kalan cümlelerin ortasında, sigara külleriyle noktalı manifestolar yazılır. Bir elinde kadeh, diğerinde yorgun bir iç çekişle… Çünkü bazı insanlar kitaplardan, politik bildirilerden, kürsülerden değil; hayatın kendisinden öğrenir başkaldırıyı. Onların manifestosu resmi değildir, satırlara değil yaşanmışlıklara kazınmıştır.

Bar taburesi bir kürsü değildir. Ama orada oturanın söylediği her kelime, sistemin kalbine saplanacak kadar gerçektir. Çünkü orada yalan söylenmez. Sosyal maskeler çıkarılmıştır, tüm o “iyiyim”ler dağılmıştır, içkiyle çözülmüş bir dilin döktüğü kelimeler en çıplak hâlidir insanın. Ve işte bu çıplaklık, her türlü ideolojiden, her türlü teoriden daha sahicidir. Bir insanın kendi yenilgisiyle barışması, bazen bir toplumun uyanışından daha devrimcidir.

Çünkü bazen sesli söylenmeyen sözler, en çok yankılananlardır.

Manifesto yazmak demek, gelecek planı çizmek değildir her zaman. Bazen sadece şu cümleyi yazarsın bir kâğıt peçeteye: “Artık daha az konuşacağım.” Bu da bir manifestodur. Ya da “bu şehir beni yutamayacak.” Ya da “bana susmayı öğretenlere selam olsun.” Bunlar kimsenin görmeyeceği satırlardır. Ama belki barda unutulmuş bir çakmak kadar iz bırakır. Çünkü bazen sesli söylenmeyen sözler, en çok yankılananlardır.

Bar taburesinde yazılan manifestoların ortak yanı, umut yerine hakikat taşımasıdır. Romantik değildir. Gerçekçidir, hatta acımasız. “Kurtulacağız” demez. “Hepimiz kaybettik ama hâlâ buradayız.” der. Bu bile yeterince politik bir cümledir. Hayata karşı susmamayı seçmek, var olmayı sürdürmek, içkiyle de olsa konuşmaya devam etmek bir direniştir. Çünkü sustuğunda seni yok sayarlar. Ama konuştuğunda, seni tanımak zorunda kalırlar.

Belki de asıl manifestolar, hiçbir zaman yayımlanmayanlardır. Bardaki o yalnız adamın, sabaha kadar yazıp kimseye okutmadığı cümlelerde saklıdır. Hayata karşı bir tür tespih gibi çekilen cümlelerde. Her kadehle birlikte yutulan kelimelerde. Ve sabah olunca unutulanlarda… Ama unutulmuşluk, o manifestonun değersizliğini göstermez. Tam tersi; belki de en gerçek manifestolar unutulmaya mahkûmdur. Çünkü onlar sistem için değil, sadece kendin için yazılmıştır.

Yazar & İçerik Üreticisi: Edebiyat, sinema, mitoloji, felsefe ve yeraltı edebiyatı odaklı içerikler üretir. 2025 yılında Plüton Yayınları'ndan çıkan Yolun İzleri adlı deneme kitabının yazarıdır. Yazılarında düşünsel derinlik, kültürel analiz ve özgün perspektifler ön plandadır. 📩 berkaykirmizikan@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.