Hiçbir Yere Varmayan Trenler: Zihinsel Sürgünün Güncesi

tarafından
Ekim 6, 2025
görülme

1. Giriş: Sonsuz Rayların Başlangıcı

Trenler her zaman bir çağrışım taşıdı: hareket, yolculuk, uzaklaşma, kaçış. Ama bu tren başka; rayların üzerinde gürültüsüzce ilerleyen, içinde yolcusu varmış gibi davranan ama aslında boş koltuklardan oluşan bir hayalet. İnsan bakınca fark ediyor ki bu tren hiçbir yere varmıyor. O yüzden yolculuk dediğimiz şey aslında sadece rayların üzerine kazınmış bir yanılsama, bir tekrar.

Sonsuz raylar, zihnin kıvrımlarına benziyor. Her kıvrım yeni bir düşünce, her bağlantı yeni bir kaçış planı. Fakat tren hep aynı döngüye giriyor: çıkış yok, varış yok. Başlangıçla son arasındaki farkı ortadan kaldıran bu döngü, insanın kendi zihninde mahsur kalmasının, aidiyetini kaybetmesinin en somut sembolü.

En kalabalık vagonda bile tek başına olmanın soğukluğu, rayların sonsuzluğuyla birleşiyor.

Bir yolcu gibi oturuyorsun cam kenarında; dışarıda şehirler, dağlar, bozkırlar akıyor. Ama hangi manzara gözünün önünden geçerse geçsin, içeride hissettiğin tek şey aynı: hiçbir yere ait olamamak. Tren sadece dışarıyı değiştiren bir şerit, içerideki boşluğu değiştiremiyor. Ve insan fark ediyor ki aslında sürgün bazen coğrafi değil, zihinsel. En kalabalık vagonda bile tek başına olmanın soğukluğu, rayların sonsuzluğuyla birleşiyor.

Her istasyonda aynı anons yankılanıyor: “Bir sonraki durak…” Ama o durak asla gelmiyor. Zaman esniyor, mekan çözüyor, bellek bulanıklaşıyor. Yolculuk başlıyor ama hiç başlamıyor da. Belki de bütün mesele, yolculuğun kendisinin bir yanılsama oluşunda yatıyor. Çünkü rayların üzerinde ilerleyen tren, aslında içimizde yıllardır süren sürgünün bir yansımasından başka bir şey değil.

2. Şehirden Kaçışın İmkânsızlığı

İnsanın zihninde hep aynı yanılsama: “Buradan çıkarsam kurtulurum.” Şehir, bazen bir hapishane gibi, bazen de zorunlu bir sürgün yeri gibi görünür. Beton duvarların, yan yana sıkışmış pencerelerin, trafik lambalarının altında geçen yorgun saatlerin arasında insanın içinde hep aynı düşünce büyür: kaçmak.

Ama şehri terk etmek, gerçekte hiç mümkün değildir. Çünkü şehir, artık yalnızca binalardan, sokaklardan ibaret değildir; zihne kazınmış bir ritim, bedene işlemiş bir yorgunluk, belleğe sinmiş bir uğultudur. O yüzden trenler kalkar, otobüsler hareket eder, uçağın tekerlekleri havalanır ama insanın içinde o aynı şehir kalır. Gittiğin kasabada da, kaçtığın kıyı kasabasında da, bir köy evinin sessizliğinde de şehir bir gölge gibi seninle gelir.

O eski işten kalma telaş, o yarım kalmış konuşmalar, o boğazda düğümlenen pişmanlıklar valizine gizlice sızmıştır.

Kaçış denemeleri hep yarım kalır. İnsan yeni bir yere vardığında kısa bir süre için kendini hafiflemiş hisseder. Yeni sokaklarda yürümek, yabancı dillerin uğultusunu duymak, yüzünü hiç görmediğin insanlarla karşılaşmak bir çeşit özgürlük yanılsaması yaratır. Ama sonra fark edersin ki kafanın içinde aynı gürültü dolaşıyor. O eski işten kalma telaş, o yarım kalmış konuşmalar, o boğazda düğümlenen pişmanlıklar valizine gizlice sızmıştır. Şehir, bedenden çok zihindedir; gittiğin her yerde yeniden doğar.

Kaçışın imkânsızlığı belki de modern insanın en büyük trajedisidir. Kendini yeni coğrafyalara sürgün eder, fakat aslında hep aynı zihinsel sürgünde kalır. Tıpkı hiçbir yere varmayan trenler gibi: istasyonlar değişir, manzara yenilenir, ama yolculuğun özü hep aynı boşlukta sürer.

3. Zihinsel Sürgün: Coğrafyaların Ötesinde

Sürgün dendiğinde çoğu insan önce haritayı düşünür. Bir ülkeden kovulmak, bir şehirden sürülmek, sınır dışı edilmek… Ama asıl sürgün, coğrafyanın çok ötesindedir: zihnin içinde yaşanan, görünmez bir yabancılaşmadır. Bir yerden değil, kendinden kovulmaktır bu.

Zihinsel sürgünde insanın evi yoktur. Sadece bir odadan diğerine taşınır, bir düşünceden diğerine geçer, ama hiçbirinde tutunamaz. Aynı çatı altında yaşar, aynı yatakta uyur, aynı yüzlerle konuşur ama içeride hep başka bir kıta vardır. İnsanın içine yerleşmiş bu kıta, hiçbir haritada görünmez; onun sınırlarını çizgiler değil, yalnızlık ve yabancılık belirler.

Bu sürgünde zaman da parçalanır. Dün ile bugün arasındaki çizgi erir, gelecek bulanık bir sis perdesine dönüşür. Bir insan kalabalığın ortasında yürürken birden kendi varlığına dokunur gibi olur: “Ben kimim? Burada ne işim var? Nereye gidiyorum?” Cevap yoktur. Cevabın olmaması zaten sürgünün kendisidir.

…biraz misafir hisseder.

Zihinsel sürgün, modern çağın görünmez salgını gibidir. Dışarıdan her şey normal görünür: insanlar işe gider, kahve içer, sosyal medyada gülümseyen fotoğraflar paylaşır. Ama içeride bir boşluk vardır; hiçbir yere ait olmamanın, hiçbir yerde tutunamamanın karanlık boşluğu. O yüzden insan kendini gittiği her yerde biraz fazlalık, biraz misafir hisseder.

Asıl trajedi, bu sürgünün bir bitişi olmamasıdır. Fiziksel sürgünler bir gün sona erebilir; bir af çıkar, bir sınır kapısı açılır, sürgün edilen geri döner. Ama zihinsel sürgünde dönüş yoktur. Çünkü dönülecek bir yer kalmamıştır. İçerideki ev çoktan dağılmış, aidiyetin kökleri çoktan kurumuştur.

Bu yüzden hiçbir yere varmayan trenler aslında zihinsel sürgünün en gerçek metaforudur: hareket eder, ilerler, değişir ama hep aynı boşlukta kalır. Yolcu da bilir ki rayların nereye uzandığının bir önemi yoktur; asıl mesele, rayların üzerinde hep aynı sürgünü taşımasıdır.

4. Yolculuğun Sonsuz Döngüsü

Her yolculuk bir hedef fikriyle başlar: varılacak bir istasyon, ulaşılacak bir şehir, yeni bir başlangıcın sözde kapısı. Ama tren, aslında bu fikri çoktan yutmuştur. Çünkü rayların doğası, bir döngü yaratmaktır. Başladığın yerle bitirdiğin yer arasında fark kalmaz. Yolculuk, bir yere varmak için değil, daima hareketin kendisi için vardır.

İşte bu yüzden yolcu, camdan dışarı bakarken bir anlığına kendini avutabilir: “Bir gün varacağım.” Oysa trenin içinde gizli bir hakikat vardır: varış yok, sadece tekrar. Bu tekrar, bazen bir iş günü gibi her sabah yeniden başlayan, bazen de hayatın kendisi gibi sonsuza uzanan bir döngüye dönüşür.

Yolculuğun sonsuzluğu, insanın içsel döngüsünü de yansıtır. Aynı düşünceler, aynı kaygılar, aynı pişmanlıklar zihnin raylarında tekrar tekrar akar. Bir cümle kafanda dönüp durur, bir anı defalarca geri gelir, bir pişmanlık yüzlerce kez yeniden doğar. Tren, bu içsel tekrarın dışsal simgesidir; vagonlarda oturan bizler, her gün kendimizi aynı düşünce istasyonlarında indirip bindiren yolcularız.

…ama yol hep aynı kalır.

Belki de yolculuk dediğimiz şey, aslında hiçbir zaman ileriye doğru değildir. İnsan yürüdüğünü sanır, trenin ilerlediğini düşünür, ama yol hep aynı kalır. Döngü kırılmaz. Kırılmadığı için de tren, insanı sürekli aynı boşluğun kıyısına taşır.

Ama bu döngüde tuhaf bir teselli vardır: varış olmamasının yarattığı özgürlük. Çünkü bir hedefin yoksa, başarısızlık da yoktur. Bir yere ulaşma zorunluluğu kalmaz. Sonsuz rayların üzerinde tek gerçek şey, yolculuğun kendisidir. Ve belki de insan, bu bitimsiz tekrarın içinde kendi sürgününe alışarak yaşamayı öğrenir.

5. Rayların Ucundaki Boşluk

Rayların hep bir sonu varmış gibi gelir insana. Haritalarda gösterilmeyen gizli bir istasyon, trenin bir gün aniden duracağı bir yer, belki bir kurtuluş. Ama yolculuk uzadıkça fark edersin ki rayların ucunda bir istasyon yoktur, sadece boşluk vardır. Ve bu boşluk, korkutucu olduğu kadar özgürleştirici de olabilir.

Boşluk, insanın yüzleşmekten kaçtığı şeydir. Çünkü boşluk demek, yönsüzlük demektir. Hiçbir işaret, hiçbir tabela, hiçbir ses yoktur orada. Ne varılacak bir şehir, ne de inilecek bir peron. İnsan böyle bir belirsizliğin ortasında kaldığında ürperir. Çünkü alıştığı bütün anlamların çöktüğü yerdir boşluk. Bütün hayatını, bir yere varmak için verilen çabalara yaslamışsındır; ama orada bir yer yoktur.

Belki de insanın en derin arzusu budur:

Fakat işte tam da bu noktada sürgünün başka bir yüzü belirir: özgürlük. Rayların ucunda istasyon olmadığını bilmek, seni varışın zorunluluğundan kurtarır. Hiçbir yere varmamanın, hiçbir yere ait olmamanın verdiği hafiflik… Belki de insanın en derin arzusu budur: Kendini boşluğa bırakabilmek, hiçbir yere ait olmadan bir anlığına gerçekten var olabilmek.

Tren, bu boşluğa doğru ilerlerken yolcu iki seçeneğin arasında kalır: Ya panikle camdan dışarı bakıp “Beni nereye götürüyor?” diye sorar ya da gözlerini kapatıp rayların melodisini dinler. Çünkü boşluk bazen bir tehdit değil, bir davettir: insanı kendi sürgününü kabullenmeye çağıran bir davet.

Boşlukta, insanın içindeki bütün fazlalıklar dökülür. Statüler, planlar, takvimler, beklentiler… Hepsi rayların kıyısında parçalanır. Geriye sadece yolcunun çıplak hali kalır: hiçbir yere ait olmayan, hiçbir varışa inanmayan ama hâlâ yolculuğu sürdüren bir yolcu.

6. Sonuç: Hiçbir Yere Varmamanın Anlamı

Rayların üstünde ilerleyen trenin sırrı, başından beri açıktır: hiçbir yere varmamak. Ama insan bu hakikati kabullenmekte zorlanır. Çünkü varmak, bir noktada dinlenmek, bir yere ait olmak, kendini güvenli hissetmek demektir. Oysa sürgün, insanı tam da bu beklentiden ayırır. Bir eve dönüş, bir limana sığınış, bir istasyonda inip bagajını alıp sokaklara karışma yoktur.

Hiçbir yere varmamanın anlamı, bir eksiklik değil; bir çağrıdır. İnsan aidiyetin yokluğunda, asıl varoluşunun çıplak halini görür. Çünkü hiçbir yere ait olmamak, hiçbir şey tarafından tanımlanmamak demektir. Şehirlerin, coğrafyaların, haritaların çizdiği sınırların ötesinde, insan kendi sürgününde kendisiyle baş başadır.

Hepimiz o trenin yolcusuyuz

Bu sürgün kolay değildir. Bazen bir ağırlık gibi çöker; insanı yalnızlıkla, yabancılıkla, umutsuzlukla sınar. Ama aynı zamanda bir özgürleşmedir de. Çünkü insan, hiçbir yere varamayacağını bildiğinde yolculuğun kendisine odaklanır. Bir yere gitmek değil, gitmenin kendisi önem kazanır. O yüzden trenin vagonları, aslında birer sürgün hücresi değil, birer özgürlük odasıdır.

Hiçbir yere varmayan tren, modern insanın güncesi gibidir. Hepimiz o trenin yolcusuyuz: istasyon bekleriz, varış hayal ederiz, ama rayların sonunda hep aynı boşlukla karşılaşırız. Ve belki de en dürüst yaşam biçimi, bu boşluğu kabullenmektir. Çünkü boşlukta kaybolmak değil, boşlukta var olmak mümkündür.

Sonunda insan anlar: sürgün aslında bir son değil, bir haldir. Zihinsel sürgün, varoluşun ta kendisidir. Hiçbir yere varmamanın anlamı da tam burada yatar: gittiğin yolun seni bir istasyona götürmesi gerekmez. Bazen yol, sadece yol olduğu için vardır.

Yazar & İçerik Üreticisi: Edebiyat, sinema, mitoloji, felsefe ve yeraltı edebiyatı odaklı içerikler üretir. 2025 yılında Plüton Yayınları'ndan çıkan Yolun İzleri adlı deneme kitabının yazarıdır. Yazılarında düşünsel derinlik, kültürel analiz ve özgün perspektifler ön plandadır. 📩 berkaykirmizikan@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.