Mükemmeliyetçilik: Varoluştan bu yana gelen bir güdü, insanın asla olanla yetinmemesi; hep en fazlasını, en iyisini istediği, insanı hayli hırpalayan bir güdüdür. Mükemmeliyetçi insanların en büyük özelliği, neleri feda ettiklerine bakmaksızın bu hayatta muhakkak bir yerlere gelmeleridir. Zira hırs, bir insanın en büyük gücüdür; adını sanını duyduğumuz alameti farikalarını gördüğümüz birçok insan, bu duyurunun sebeplerini hırslarına borçlular.
İnan ve inat et, şifre tam olarak böyledir. Yeteri kadar çaba ve inanç eser miktarda da ego varsa insan, muhakkak hak ettiği yerlere geliyor.
Bugün mükemmeliyetçilik konusunu “Whiplash” filminin ekseninde ele alarak hayata, ilgi alanlarına ve bazı gerçeklere değinmek istiyorum.
Whiplash Filminin Hikâyesi
Whiplash, Andrew ismindeki hırslı ve bir o kadar çekingen bir baterist ile Fletcher adında, kelimenin tam anlamıyla mükemmelin mükemmelini isteyen orkestra şefi arasındaki ego savaşını bize anlatmayı amaçlar. Film boyunca gelgitler halindeki tempo dengesi, bir yükseliş bir çöküşle dolu anlar, izleyiciyi bile rahatsız edebilecek kadar mükemmeliyetçilik arzularını tetikleyecek sahneler ve zoraki vazgeçişler derken; bize tam anlamıyla “mükemmel” olmanın ne denli sancılarla gelen bir süreç olduğunu net çizgiler eşliğinde hatırlatır.
Mükemmel olma sürecinin ne denli fedakârlıkları beraberinde getirdiğini, zaman zaman insanı benliğinden uzaklaştırdığını öğretir.
Sanat Sepet, Sigortalı İş ve Değersizlik Üçgeni
Filmdeki o meşhur sözün söylendiği aile yemeği sahnesinde, Andrew’un futbolcu kuzenleri ile kendisi arasındaki saygınlık farkı oldukça gerçekçi bir tonla ele alınmıştır. Bazı mesleklerin hayatta bir getirisi olmadığını ve yalnızca hobi olarak yapılması gerektiğini savunan insanların o sığ görüşlerinin altında yatan buz gibi de bir gerçek var ki bu “hobi” olarak nitelendirdikleri meslek grupları ülkemizde yükseliş açısından gerçekten zordur. Filmdeki yemek sahnesini izlerken akıllara raptiyeyle asılan bir not, dillere ise pelesenk olacak olan o replik geliyor:
“34 yaşında sarhoş ve beş parasız şekilde ölüp insanların yemek masasında benden bahsetmesini, 90 yaşında zengin ve ayık şekilde ölüp kimse tarafından hatırlanmamaya tercih ederim.”
-Andrew Neiman (Miles Teller)
Whiplash
Aslında işin özeti sadece tutkudur. Zira karşısındaki insanlar başarısız olmamalarına rağmen, Andrew’un ezilmeyi daha fazla kaldıramaması ve kendi tutkusunun ağır basması sonucu karşısındakilere “Siz profesyonel değilsiniz ki” damgası yaftalayarak babasından aldığı tepkiyle masadan kalkması da onun bu hırsına rağmen halen daha kabuklarını kıramamış bir birey olduğunu gösterir. Bu durum, gelişim çağının doruklarında olan ergen bir birey olduğunu bizlere hatırlatır.
Gel gelelim ülkemiz bağlamında “hobi olarak yap” deyiminin ne kadar sıklıkla kullanılan, insanları hayallerinden koparan bir deyim olduğuna, yaşadıklarımızın bize resmedilişi, filmin bu sahnesini içselleştirmemizin en büyük sebeplerinden birisi kesinlikle budur.
Birçoğumuz, izlerken kendimizi hayal ederek, geçmişin izleri, şimdinin gericiliği ve geleceğin bilinmezliğini harmanlayarak “Acaba bu uğurda sahiden başarılı olabilecek miyiz?” diye düşündük.
İnsanı Yoran Sahneler
Rahatsızlık veren sahnelerden biriyle bu konuyu iyice pekiştirmek istiyorum:
İnsanın, hedefleri uğruna kimleri ne şekilde harcayabileceğini, Andrew’in platonik aşkı olan Nicole’e utana sıkıla bir çıkma teklifi etmesine, henüz yolun çok başında olmalarına rağmen onu nasıl bir çırpıda “Çalarken sana odaklanamıyorum” diyerek hayatından çıkarmasını görürüz. Daha sonra her şey altüst olduğunda onu tekrar arar. Bu duruma hayatta sıkça rastlarız. Çünkü bu, aslında insan doğasında var olan bir duygudur: daha iyisine layık olduğuna inanma duygusu.
Tabii ki yola birlikte çıktığınız bir insanı, onun da kendi hedefleri olduğunu unutmadan hayatınızdan bir çırpıda silip atmak, ne kadar doğru bir davranış? Tartışmaya açık bir konu lakin kendi fikrimi belirtmem gerekirse: bir insan size spesifik olarak hayallerinize uzanmaya çalıştığınız noktalarda, net şekilde zarar verecek şeyler yapmıyor, yolunuzda hep yanında oluşunu hissettiriyorsa o zaman o insandan neden vazgeçmek isteyesiniz ki?
Hem hedeflerine sıkı sıkıya bağlı olan hem de hayatındaki insanlara yeterince yer ayıran milyonlarca insan var. Başarılı olduğunda, yola çıkarken bavullarını birlikte hazırladığı insanlarla ellerindeki plaketleri daha da yücelten; zirvenin kutlamasını, dipteyken elinden tutan insanla şahlandıranlar… İşte olması gereken budur.
Andrew’un bu yaptığı, filmin son kısımlarına doğru yaşanan kısa telefon konuşması sahnesinde yüzüne adeta bir tokat gibi çarpınca, artık her şey için çok geçti.
Başarılı olmak, önemlidir. Sanat yapmak önemlidir. Ancak sanat sanat için midir, yoksa insan için midir diye yıllardır süregelen bir tartışma var. Fakat sanatının ilhamı olabilecek olan insana sahip çıkmayı beceremeyip onu yarı yolda bırakıyor, kendi başına bir yol çizmeye yelteniyorsun. Sonra o yol seni altüst ettiğinde ise o insanı arama gereği duyuyorsun. Olmayacağını bile bile.
Filmdeki en rahatsız olduğum anlardan biriydi: Andrew’un Nicole’ü “Daha iyi çalmam lazım” diyerek terk etmesi.
Final, Filme Ayrı Bir Güzellik Katıyor
Öte yandan, Fletcher’ın egosu altında ezildikçe tükenen Andrew, kendine olan inancı sayesinde ondan er ya da geç hak ettiği bir onay almayı başıyor, kulaklarımızın pasını silercesine. Film ise, oldukça havada olarak nitelendirebileceğimiz, işi “Hollywood” klişesine dönüştürmeden bitiyor.
Hadi, bundan sonra olacakları siz tahmin edin.
- Andrew, Fletcher ile bir kavga daha ederek yolları ayırır.
- Fletcher’ı yeni Bird’ü bulduğuna inandırır.
- Yıllar boyu sanatını icra etmeye devam eder.
- Gelecek kaygısı yüzünden hedeflerinden uzaklaşır.
Bunların hepsi ve daha fazlası ihtimaller arasındadır. Ancak bunların hiçbirini düşünmeye gerek yok. Asıl verilmek istenilen mesaj “Başardın” mesajıdır.
Andrew artık başarmıştır. O artık mükemmel bir bateristtir. Filmin en başından beri uğruna sevdiği kadını terk etmiş, kuzenleri ile arasını açmış, kaza geçirip sağlığını riske atmış, ellerini perişan edene dek davulla dans etmeye devam etmiştir. Aralarındaki bariz ego savaşına rağmen hocasının gözüne girme çabasından bir an olsun vazgeçmeyen Andrew, en sonunda bu isteğini başardığını anlar. Film ise tam olarak bu noktada biter.
Olması gerektiği gibi, olması gerektiği kadar.
Whiplash, mükemmel olmayı arzulayan ve hayattaki alışkanlıklarını tutkuyla harmanlayıp bir şeyler üretmeyi seven her insanın dört gözle izlemesi gereken, harikulade bir iştir.
Peki, Mükemmeliyetçilik Gerçek Hayatta Nasıl İşler?
Bir sınavda başarılı olmak, sıfırdan bir başlangıç yapmak için bavulları toplamak, gözümüzü kararttığımız konularda ailemizi sıkça kez karşımızda görmek, yıldıracak sözler, boğacak eylemler, küçültecek anlar… Aslında tam olarak bu filmdeki gibi işliyor. Sadece bazılarımız bu kadar hırslı olmadığından ötürü hayatta en başarılı olacağı işe erkenden veda edebiliyor, egosunu yeteri kadar iyi besleyemediğinden ötürü bir başkalarının kibri altında alçalabiliyor.
Mükemmel olma arzusuyla yanıp tutuşan bir insanın eylemlerini dikkatlice izlerseniz eğer, Andrew ile paralellik gösterdiğine şahit olabilirsiniz.
- Çevresindeki diğer başarılı insanları küçümseme;
- İnancı uğruna insanları harcama;
- Sevdikleriyle sıkça kez zıt cepheye düşme;
- Mentoru olarak gördüğü insanın zihinsel zorbalıklarına göz yumma, kulak tıkama.
Tepkiler ise her daim aynıdır.
Peki, bu, Andrew’un başarılı olduğu kadar, bizim de başarılı olacağımız anlamına mı geliyor?
Kısmen. Zira ”coğrafya kaderdir” diye bir kaide var. Ülkemizde sanata bakış açısını biliyorsunuz. Eğer belirgin bir şeytan tüyü, yeteri kadar inanç ve o inancı finanse etmenize yetecek maddi imkânınız varsa, neden başarılı olmayasınız?
Deneyin. İçinizdeki en ufak ışık hüzmesi sönene kadar deneyin. Belki bir gün sizi Andrew yapacak bir Fletcher bulursunuz.